Google
 

9 Ekim 2007 Salı

CİNSELLİK - AHLAK - BİYOLOJİ

Nietzsche, herkesin eşit olarak itaat edeceği evrensel ve mükemmel bir ahlak sistemi olduğu görüşünü reddeder. Ona göre, ahlakı evrensel olarak algılamak bireyler arasındaki temel farklılıkları ihmal etmek demektir. Öte yandan, Nietzsche, bütün insanları karakterize eden tek şeyin "çevreye hükmetme gücü/iktidarı ele geçirme isteği" olduğunu ve bunun insan doğasının merkezinde olduğunu söyler (1).
Nietzsche'nin bu söylediklerinin ne kadar doğru olduğunu, seksle ilgili ahlak kurallarının kadın ve erkeklerin cinsel davranışlarına uygulanışında görmek mümkün. Bu ahlak kuralları ve yaptırımlar, her ne kadar toplumdan topluma, kültürden kültüre ve aynı toplum içerisinde bölge ve sınıf farklılıklarına göre değişse de, genelde kadınların girdiği evlilik öncesi veya evlilik harici cinsel ilişkiler negatif olarak görülmekte ve ailenin/kocanın namusunu kirletme olarak nitelendirilmekteyken, erkeklerin aynı davranışları pozitif bir davranışmış gibi çapkınlık olarak görülmektedir. Namus denilen kavram bile öncelikle kadına ait değildir.
Bu yazıda, erkeklerin bu çifte standartları, kadın ve erkekler arasındaki cinsel ilişkiye yaklaşım farklılıkları, erkeklerin eşleri tarafından aldatılmayı önlemek için -ahlak kurallarının yaptırımlarının dışında kullandıkları yöntemler, seks satıldığında neden ilk alıcının ezici çoğunluğunun erkekler olduğu, tecavüzlerin neden çoğunlukla erkeklerce işlendiği, eşcinsel ve ensest ilişkilerin neden anormal olarak görüldüğü ele alınacaktır.
Bütün bu konulara sosyobiyolojik açıdan yaklaşılacaktır. Buna girişmeden önce sosyobiyoloji ile ilgili kısa bir bilgi vermek faydalı olur. Sosyobiyolojinin babası Wilson, bu bilimi "bütün toplumsal davranışların biyolojik temelinin sistematik olarak incelenmesidir" diye tanımlamaktadır. Sosyobiyoloji, Darwin'in "Türlerin Kökeni" adlı kitabında belirttiği "en güçlünün hayatta kalacağı (neslinin devam edeceği), en zayıfın öleceği (neslinin yok olacağı)" ifadesini toplumsal davranışların en önemli kuralı olarak kabul eder. İnsan ve hayvanların davranışları, onların üreme ile genlerini gelecek kuşağa aktarma şanslarını en yüksek tutacak şekilde genetik olarak yönlendirilmektedir (2, 3, 4, 5).
Seksin amacı, üreme ile türün neslinin devamlılığını sağlamaktır. Birey açısından ise, kendi taşıdığı genleri yaşatıp gelecek kuşaklara aktaracak ve böylece genlerin ölümsüzlüğünü sağlayacak yavrular üretmektir (6). Dawkins (7), canlıların sadece proğramlanmış hayatta kalma ve genleri gelecek kuşağa aktarma makinaları olduğunu ileri sürmektedir.
Kısacası, evrim kuramına göre, doğadaki bir türün başarısı, üretilen yavru sayısına ve gelecek nesillerde genetik olarak belirlenen karakterlerin/özelliklerin sürekli vaya artan oranda temsil edilmesine bağlıdır.
ZİNANIN BİLİMİ
Dünyadaki değişik toplum ve kültürlerde kadınların ve erkeklerin cinsel ilişkiye yaklaşımlarındaki farkları ortaya koymak için yapılan araştırmalarda:
-Erkeklerin evlilik dışı ilişkiye girmeye kadınlardan çok daha istekli, -Erkeklerin değişiklik olsun diye, farklı kadınlarla cinsel ilişkiye girmeye kadınlardan çok daha fazla istekli, -Kadınların evlilik dışı ilişkiye girme nedenlerinin çoğunlukla evliliklerinde tatmin olamama ve/veya daha uzun süreceğinden emin oldukları yeni bir ilişkiye girme isteği, -Erkeklerin plansız/tesadüfi (casual) cinsel ilişkilerinde, kadınlara göre çok daha az seçici
oldukları ortaya konmuştur (8).
Bu farklılıkların temelinde, her iki seksin de kendi genlerini gelecek kuşağa aktarma şanslarını en yüksek kılmak için kullandıkları "stratejiler", biyolojik farklılıklar ve üremedeki roller yatmaktadır. Erkeğin bütün hayatı boyunca üretebileceği sperm sayısı milyon çarpı milyon iken kadının üretebileceği yumurta sayısı yaklasık 400 kadardır (5).
Pratik olarak erkeğin babası olabileceği (kendi genlerini taşıyacak) çocuk sayısı sınırsızdır. Erkeklerde en fazla çocuğa sahip olma rekoru (haremindeki karılarından) 1056 çocuk ile Fas Kralı İsmail'e aittir. Kadınlarda en fazla çocuğa sahip olma rekoru, 19. yy'da Moskova'da yaşamış ve üçüz doğuran bir kadına aittir ve bu rekor ise sadece 69'dur (8).
Üremede, kadın ve erkek, sperm ve yumurtaları aracılığıyla eşit sayıda gen verirken, üremenin kalan aşamaları kadının vucudunda, değerli gıda ve enerji kaynakları kullanılarak gerçekleşmektedir. Ayrıca, fetüsün gelişme ve büyümesi dokuz ay kadar sürdüğünden, kadının bu dokuz ay içerisinde genini taşıyacak yeni yavru üretmesi olanaksızdır ve doğum sırasında hayatını kaybetme riski de cabasıdır. Özetle, üreme kadının aleyhine dezavantajlar içermektedir (4, 5).
Kadınların cinsel ilişkiye girmede daha nazlı ve seçici olmalarının nedeni, üremenin getireceği yükten dolayı doğuracağı ve kendi genini taşıyacak yavrunun yaşama şansını en yüksek kılacak gen ve imkanı sağlayabilecek eşi seçebilmek, bir başka deyişle en iyi yatırımı yapabilmektir. Yani, kadınlar için nazlı olmak ve en iyi genetik özellikleri görünceye kadar acele etmemek avantajlıdır (8).
Öte yandan, üremenin erkeklere olan biyolojik yükü fazla olmadığından, hızlı ve çapkın olmak erkekler için daha yararlıdır. Yani, "kadınları seveceksin sonra da terkedeceksin (love 'em leave 'em)" anlayışı avantajlıdır (8).Tecavüzlerin ezici çoğunlukla erkeklerce gerçekleştirilmesinin nedenini bu avantaj da görmek mümkündür (2).
İran'da hayat kadınlığı yasaklanmıştır. Bunun yerini "signeh" denilen ve imam nikahıyla gerçekleşen, bir kaç dakikadan yıllara kadar sürebilen evlilik almıştır. Kadın ve erkek bu tür evliliğe anlaşırken, erkek kadına para vermektedir. Şiiler, Hz. Muhammed'in signeh'i onayladığını ileri sürerken, Sünniler bunu reddetmektedirler (9). Görüldüğü gibi bu uygulama bile erkeğin genlerini en kolay yolla yaygınlaştırabilmek için dini kurallar içerisinde bulduğu bir yoldur.
Yaklaşık olarak bütün insan topluluklarının 3/4'ü erkeklerin birden fazla eş almasını yasa ve geleneklerle teşvik etmektedir. Tersine, kadının birden fazla kocayla evlenmesi, bütün toplulukların % 1'inde görülmektedir (6). Örneğin, Tibet ve Tibet'e komşu ülkelerde bir kaç erkek kardeşin bir tek kadınla evlendikleri görülmektedir. Hepsi birlikte yaşamaktadırlar ve kadınla cinsel ilişkiye girmeleri sırayla olmaktadır. Doğan çocuk ise en yaşlı erkek kardeşin dölünden kabul edilmektedir (10).
Güney Hindistan'ın Nayar toplumunda, eskiden kadınlar serbestçe aynı anda birden fazla sevgili veya kocaya sahip olabiliyordu. Erkekler karılarıyla birlikte yaşamıyorlar ve doğan çocukları kendilerinin olarak görmüyorlardı. Onun yerine kız kardeşlerinin çocuklarının büyütülmesine katkıda bulunuyorlardı. Bunu yaparken, kendi yeğenleriyle en azından 1/4 oranında gen ortaklığı olduğunu "biliyorlardı" (8).
Evlilik dışı cinsel ilişki arayan erkek çifte standartlıdır; kendisi başka erkeklerin karıları ile cinsel ilişkiye girmeyi isterken, karısının böyle bir şeyi yapmasına kesinlikle izin vermez. Erkeklerin bu boynuzlanma paranoyalarının da biyolojik bir nedeni vardır. Kadın, doğumu kendisi yaptığı ve yavruyu karnında taşıdığı için doğurduğu yavrunun kendisine ait olduğunu bilir. Oysa, erkek bunu bilemediği için bu paranoyaya sahiptir (8).
Erkekler bu biyolojik dezavantajı kendi lehlerine çevirmek için ahlak kurallarının yaptırıcılığının yanında, bazı fiziksel yollar kullanmaktadırlar (8). Örneğin kadın sünneti denilen uygulama bunlardan bir tanesidir. Bu uygulamada kadınların klitorisleri veya vajinanın harici kısmı kesilerek uzaklaştırılmaktadır. Bunda amaçlanan, kadınların cinsel isteklerini azaltarak "boynuzlanmayı" önlemektir (8).
Diğer bir uygulama "infibulation"dır. "Infibulation"da, kadının cinsel organı hemen hemen kapanacak şekilde dikilmekte ve böylece kadının cinsel ilişkiye girmesi imkansızlaşmaktadır. Infibulation'a maruz kalmış kadının cinsel organı doğum için veya doğumun ardından çocuğun sütten kesilmesinden sonra tekrar çocuk yapmak için açılmaktadır (8, 9).
Kadın sünneti taş devrinde Merkezi Afrika'da başlamış ve oradan Mısır, S. Arabistan, Pakistan, İndonezya, Birleşik Arap Emirliği vb. ülkelere yayılmıştır. Kadın sünneti ve "infibulation" bugün 23 ülkede uygulanmaktadır (8, 9). Metal namus kemerleri de aynı amaçla kullanılmıştır. Bu metal kemerler, vucuttan atıkların atılmasına izin verecek, fakat cinsel ilişkiyi imkansızlaştıracak şekilde yapılmaktaydı. Çok yakın zamanlarda bir erkeğin yaptığı uygulama ilginçtir. Bu erkek, karısının cinsel organını her cinsel birleşmenin ardından asma kilitle kilitlemiştir (11).
Hayvanlarda da benzer uygulamalar vardır. Örneğin, acantohocephalan kurtlarının erkekleri cinsel birleşmenin ardından, bir nevi çimento tıpa ile dişinin cinsel organını kapatıyor. Pek çok türde görülen bu çimento tıpanın iki işlevi var. Birincisi, cinsel birleşmenin ardından spermin dışarı sızmasını önleyerek döllenme şansını artırıyor. İkinci olarak ise, başka bir erkeğin aynı dişiyle cinsel birleşmeye girmesini önlüyor (5).
Erkeğin uyguladığı bütün bu yöntemlere rağmen çocuğun gerçek biyolojik babası olduğundan emin olamadığı zamanlarda, başvurduğu en son uygulamanın cinayet olduğu görülüyor. Amerikan şehirlerinde ve diğer ülkelerde yapılan araştırmalardan çıkan sonuçlar, cinsel kıskançlığın en yaygın cinayet nedeni olduğunu gösteriyor. Genellikle cinayeti işleyen koca, kurban ise zina yapan kadın ve aşığıdır. ABD ve İngiltere'deki savcılar, hakimler ve jüriler, kocanın zina işleyen karısını veya aşığını öldürmesini en hafif şekilde cezalandırmakta veya tamamen beraat ettirmektedirler (8).
Son zamanlara kadar, İbrani, Mısır, Roman, Aztek, İslam, Afrika, Çin, Japon yasalarının hepsi, evli erkeğin çocuklarının gerçek biyolojik babası olmalarını sağlayacak yöndedir. Bu yasalar zinayi, zina yapan kadının evlilik durumuna göre (zina yapan erkeğin evlilik durumu göz önüne alınmaksızın) tanımlarlar (8).
Evli bir kadının yaptığı zina, kocasına karşı işlenmiş bir suç olarak görülmektedir ve koca, şiddet içeren saldırılar veya karısı için ödediği başlık parasının iadesiyle birlikte boşanmaya kadar haklara sahiptir. Evli bir erkeğin yaptığı karısına karşı işlenmiş bir suç olarak addedilmemektedir; bunun yerine, zina yaptığı kadın evli ise, bu onun kocasına karşı işlenmiş bir suç, kadın evli değilse babası veya erkek kardeşlerine karşı (çünkü, kadının olası evlilik için değeri düşmüştür) işlenmiş bir suç olarak görülmektedir. EŞCİNSELLİK Eşcinsellik eski Yunan medeniyetinde cinsel içgüdünün doğal ifadesi olarak kabul edilmenin yanında, heteroseksüel aşktan daha içten ve hassas olarak görülüp övülmekteydi. Romalılar arasında açık ve yaygın olarak görülmekteydi. Tarihin meşhur homoseksüel ve biseksüelleri arasında Sokrates, Platon, Sappho, Pindar, Büyük İskender, Virgil, Catullus, Julius Sezar gibileri vardı (11).
Eşcinsellik tek tanrılı ve peygamberli dinlerin hepsinde yasaklanmış ve böyle ilişkiye girenler ağır cezalara çarptırılmıştır. Örneğin, Tevrat bu konuda "Bir erkek diğer bir erkekle, kadınla yattığı gibi yatarsa, her iki erkek de günah (abomination) işlemiş olur; her ikisi de kanları üzerlerine akacak şekilde öldürülmelidir(12).
İncil'de ise "İşte Tanrı onları utanç verici tutkulara teslim etti. Onların kadınları bile doğal ilişkiler yerine doğal olmayanları yeğlediler. Aynı şekilde erkekler de kadınla doğal ilişkilerini bırakıp birbirlerine karşı tutkuyla yanıp tutuştular. Erkekler erkeklerle utanç verici ilişkilere girdiler ve kendi bedenlerinde sapıklıklarına yaraşan karşılığı aldılar (Romalılar 1/26-27)" demektedir.
Yukaridaki ayette ifade edildiği gibi insanlar eşcinselliğin doğal olup olmadığını ve ortaya çıkmasında nelerin sebep olduğunu uzun süre düşündüler.
Eşcinsel davranışların nedenleri konusunda bilim adamları iki kampa ayrılmışlar. Birinci kampta, eşcinselliğin çevrenin etkisiyle oluştuğunu kabul eden bilim adamları var. İkinci kampta ise, insanların cinsel tercihlerini genlerinin yönlendirdiğini savunanlar var. Fakat, her iki grubun da ortaya koyduğu bilimsel bulgular zayıf (13).
Bazı bilim adamları, erkek ve dişinin her ikisinde de karşı cinsiyete ait gizli özellikler taşındığını ileri sürmektedirler. Bazı hayvanlarla yapılan karşılaştırmalı çalışmalar, evrimin, gerektiğinde bu gizli özelliklerden birisinin "yanlış" cinsiyette ortaya çikarabileceğini göstermiştir (11). Benzer şekilde, Freud da insanın doğasında her iki sekse ait özellikler olduğunu söylemektedir (12).
Bazı eşcinsel aktivistler, kendilerinin eziyet görmelerinin ve bu eziyetin meşrulaştırılmasının nedeni olarak evrim kuramını göstermektedirler. Buna karşılık, Smith (14), insanlardaki "garip" cinsel ilişkilerin bilimsel olarak henüz anlaşılmadığını, bir bilimsel kuramın (Darwinizm veya bir başkasının) bir insanın "değeri" hakkında hükme varmada kullanılmaması gerektiğini söylüyor.
Evrim kuramına göre, kendi türlerinin devamını sağlayacak cinsel ilişki içerisinde olmadiklari için, eşcinsellerin nesilleri tükenmeye adaydır. Buna göre, evrimin eşcinselleri neden halen yok edemediği sorulmaktadır. Sosyobiyolojinin kurucusu Wilson, eşcinselliğin türün nufus artışının denetimi açısından faydalı olduğunu söylüyor. Çünkü, eşcinseller çocuk üretemeyecekleri için nufus artışının frenlenmesine katkıda bulunuyorlar. Bu durum farelerde gözlenmiştir. Fareler, aşırı kalabalıklaştıklarında eşcinsel davranış gostermektedirler (13, 14).
Osmanlı sarayında, haremlik selamlıklarda kadın ve erkeklerin ayrı yerlerde tutulması nedeniyle eşcinselliğin yaygın olduğu ileri sürülmektedir (12). Morris'in (11), eşcinselliğin ortaya çıkma nedeni üzerine söyledikleri bunu doğrular görünüyor. Morris, eşcinselliğin ideal seks objesi olmadığı zamanlarda ortaya çıktığını ve bunun pek çok hayvanda gözlendiğini ve hayvanların, canlı olmayan nesnelerle dahi cinsel ilişkiye girdiğini söylemektedir. Ayrıca, hayvanlarla cinsel ilişkiye girmenin düşük oranlarda bile olsa insanlarda da mevcut olduğu bilinmektedir.
Pek çok insan hayvanların yaptıklarına bakarak eşcinselliğin doğal olup olmadığına karar vermenin önemli olduğuna inanir. Fakat, eşcinsellik hayvanlar arasında da; boğa, inek, eşek, kedi, keçi, domuz, antilop, fil, maymun, tavşan, aslan, farelerde ... gözlenmiştir (15).
Barash (5), bazı hayvanlarda eşcinselliğin dışında eşcinsel tecavüz olduğunu söylemektedir. Acanthocephalan kurtlarının erkekleri başka bir erkek kurtla karşılaştıklarında, bu erkeğin cinsel organını aynı çimento tıpa ile kapatıyorlar. Bu erkek kurdu hadım bırakarak, bir rakibini safdışı bırakıyor. Tahtakurusu erkekleri kendi spermlerini başka erkeklere eşcinsel tecavüzün ardından, transfer ediyorlar. Tecavüz edilen erkek bir dişiyle cinsel birleşmeye girdiğinde tecavüz eden erkeğin spermini boşaltıyor ve böylece tecavüz eden erkeğin genleri yaygınlaşıyor. ENSEST
Ensest, yasayla yasaklanan derecede birbirine kan bağıyla akrabalığı olan kadın ve erkek arasındaki cinsel ilişkidir. Bazı toplumlarda kuzenler arasında evlilikler ensest olduğu gerekçesiyle yasaklanmışken, bazılarında serbesttir (16). Eski Mısır'da, krallar, İsis ve Osiris adlı tanrılarından cesaret alarak kendi kızları ve erkek kardeşleriyle evlendiler. Eski Farsilerde, Yunanlılarda ensest ilişkiler vardı ve Arabistan'da erkek evlat annesiyle evlenmekteydi (16). Merkez ve Güney Amerika'da yaşayan kızılderililer kendi kızları ile ensest ilişkiye girerler. Kamboçya'da babalar kızlarıyla, anneler erkek çocuklarıyla, erkek kardeşler kızkardeşleriyle evlenmektedir (16).
Ensest ilişkiler, tarihte günümüzdekinden daha yaygınken, bugün yasalarca neden yasaklanmış? Neden ensest tabusu var? Bazı bilim adamları ensest tabusunun içgüdüsel olduğunu ileri sürerken bazıları da öğrenilmiş olduğunu ileri sürmekteler(8).
Sosyobiyolojistler ensest ilişkilerden kaçınmanın genetik, yani içgüdüsel olduğunu söylüyorlar. Nedenlemeleri şöyle: Yakın akraba evliliklerinde, bir tür genetik hastalığa sahip olarak doğan çocukların sayısı kan bağı olmayan evliliklere göre daha fazla. Çoğumuz genetik hastalığa yol açacak genler taşıyoruz; ancak bu hastalığın bizlerde bir belirtisi yok. Bunun nedeni, bu hastalık genlerinin çekinik olması. İlgili genin hastalığa yol açabılmesi için hem anneden hem de babadan birer tanesinin bir araya gelmesi gerekmektedir. Yakın akrabalar arasında taşınan gen ortaklığı fazla olduğundan, bu tür evliliklerde doğacak çocukların genetik bir hastalığa sahip olma şansı yüksektir (5). SONUÇ Cinsellik, haz almanın ötesinde ahlak ve politikanın savaş alanı haline gelmiştir. Sosyobiyolojiye, evrim kuramına ister inanın ister inanmayın, seksle ilgili ahlak kuralları erkeklere hizmet ediyor veya onlara hizmet edecek şekilde "yazılmış" veya esnekleştirilmiş. İnsanların cinsel tercihlerini yapmalarında ya da böyle yönlendirilmelerinde genlerinin etkisi olsa da, benim kişisel görüşüm, bu konuda son söz insanın iki şeyinin arasındaki organına düşüyor: İki kulağının arasındaki "beyine".
KAYNAKÇA
1. Stumpf, S. E. (1994) Philosophy: History and Problems. McGraw-Hill, 419-430.
2. Haralambos, M. ve Holborn, M. (1991) Sociology: Themes and Perspectives. Collins, 521-527.
3. Weeks, J. (1985) Sexuality and Its Discontents: Meaning, Myths and Modern Sexualities. Routledge and Kegan, 109-115.
4. Wilson, E. O. (1975) Sociobiology: The New Synthesis. The Belknap Press of Harvard Univ. Press.
5. Barash, D. (1982) Sociobiology and Behaviour. Hodder and Stoughton, 224-225.
6. Wilson, E. O. (1978) On Human Nature. Harvard Univ. Press, 121-143. sayfalar.
7. Dawkins, R. (1992) The Selfish Gene, Oxford.
8. Diamond, J. (1991) The Rise and Fall of Third Chimpanzee. Radius, 72-84.
9. Brooks, G. (1995) Sex, Woman and Islam, The Guardian gazetesinin 11 Mart 1995 tarihli Weekend ekinde yayımlanmıştır. 15-19. sayfalar (Yazarın, Nine Desirable Parts adlı kitabından alıntılandığı belirtilmiştir.).
10. Malinowski, B. (1963) Sex, Culture and Myth. Dupert
11. Hart-Davis, 28-30. 11. Morris, D. (1994) The Naked Ape. Vintage, 34-39.
12. Karlen, A. (1971) Sexuality and Homosexuality, W. W. Norton and Company.
13. Paul, W. ve ark. (1982) Homosexuality: Social, Psychological and Biological Issues. Sage Publications, 169-197.
14. Smith, J.M. (1993) Did Darwin Get it Right: Assays on Games, Sex and Evolution. Penguin, 39-58. sayfalar.
15. Gonsiorek, J. C. ve Weinrich, J. D. (1991) Homosexuality: Research Implications for Public Policy. Saga Publications, 1-13.
16. Scott, G. R. (1995) Curious Customs of Sex and Marriage. Senate, 269-273 sayfalar.

ANADOLU'DA TARİHSEL VE KÜLTÜREL SÜREKLİLİK
MÖ 10 bin-8 bin yılları arasında Batı Avrupa'da buzul çağı devam ederken, Anadolu'ya nemli, ılıman bir iklim hakim olmaya başlamıştı. Aynı durum, Mezopotamya ve Nil boylarında da oluşmuştu. Ancak bu bölgeler o tarihlerde tamamen ormanlarla kaplıydı. Anadolu'nun bazı yöreleri sık ormanlarla kaplı olsa da seyrek ormanlarla kaplı mera alanları da vardı. Buzul çağından beri devam eden göçebe toplayıcılık bu bölgelerde yerini tarım kültürüne terk etmeye başlamıştı. Anadolu'da dünya tarihinin ilk büyük devrimi başlıyordu, insanın toprakla olan dostluğu ile. İnsanoğlu ilk kez toprağın ona neler verebileceğini keşfediyor, yerleşik yaşamın olanaklarından faydalanıyordu. Yoğun emek isteyen, zor bir uğraştı bu. Bu zorlu ilişki, toprağın insanla ilişkisini anlamlandırıyor ve kutsallaştırıyordu. Daha sonraki yıllarda Ortadoğu'nun diğer bölgelerinde, Mezopotamya ve Mısır'da toprakla yaşamayı başka topluluklar da öğrenmişlerdi. Fakat bu çok kolay bir işti onlar için. Sel sonrası toprağa tohum serpiştirmek yeterli oluyordu. İklim koşullarına göre, hangi alan uygun ise oraya ekim yapılıyordu. Dolayısıyla sulu tarımda toprak değil, tohumdu önemli olan. Kerameti tohumda arayan bu topluluklar bu nedenle erkek cinsiyetli yaratıcılara tapındılar. Toprak, Anadolu'da anlamlı ve önemliydi; Toprak, ana idi.
Tarih, Anadolu'da, bir yeryüzü tanrıçası olan Ana Tanrıça ile başladı. Belki de binlerce yıl varlığını koruyan ve etkisini nesillerden nesillere aktaran bu inanç halkların mayasıydı. O, göklerde değil, yerde insanların yanı başındaydı. Dokundukları, gördükleri, kokladıkları hayranlık duydukları her şeydi Anadolu halkları için. O, sadece insanların değil; toprağın, suyun, çiçeklerin, kuşların ve böceklerin de tanrıçasıydı. Doğanın ta kendisiydi o. Bir ilkçağ çiftçisi evinin bir köşesine koyduğu Tanrıça heykelini izlerken onu görüyordu, tıpkı bir ortaçağ ermişinin aynada kendine bakarken tanrıyı görmesi gibi.
Anadolu halkları inadına, Ana Tanrıça inancını binlerce yıl nesilden nesile aktardılar. Onlar tanrıçalarını tarlalarını sürerken, vahşi hayvanları evcilleştirirken tanıdılar. Toprak, insanoğlu tohumları savura savura dağıtırken bir ana gibi dölleniyor, bereketini armağan ediyordu. Yaz yeniden doğumun, kış ise ölümün simgesiydi. Ürünlerden ayrılan tohumlar yeniden toprağa döndü Tanrıça'nın bereketi için. Anaların kutsallığı işte bu tanrısal eylemi gerçekleştirdiklerindendir. Doğurganlığı böyle algılamak ve her şeyi böylesine sevmek ne kadar güzeldi, barışın ve dostluğun temeli o zamanlarda atılmıştı herhalde.
Çatalhöyük insanı doğa sevgisini tanrısallaştırmış ve günlük yaşamının bir parçası yapmıştı. Yemek, içmek, oturmak ve yatmak için kullandıkları evler aynı zamanda kutsal alanlardı. Bu yaşam biçimi binlerce yıl değişmeden böylece devam etti. Ana Tanrıça evlerinin içinde ona ayrılmış kutsal bir alanda varlığını sürdürdü. Gömütlerin üzerine kat kat kurulan yeni kentler gün geldi terk edildi. Anadolu'nun dört bir yanında yeni hayatlar kuran halklar tanrıçalarını da yanlarında taşıdılar. Evlerin Ana Tanrıça ile kutsallaşması sanatın günlük yaşamla iç içe yaşanmasını sağladı. Çırılçıplaktı Ana Tanrıça, tıpkı doğa gibi, gerçeğin simgesiydi. Toprak heykellerinde hep doğururken görürüz onu. Bu haliyle bereketin ve çoğalmanın sembolüdür bütün analar gibi.
Erkek "gücü"nü fark edince, anasını köleleştirdi
Doğa koşulları Anadolu'da değişik bir yapılaşmaya neden olmuştu. Mısırlılar gibi atalarının topraklarını terk etmemişler, kentlerin üstüne yeni kentler kurmuşlardı. Otuz beş metreyi bulan höyükler oluşmuştu üstüste. 20. yüzyıl arkeologları dünyanın hiçbir yerinde benzer yapılara rastlamadılar. Böylesine sadık bir insan mekan ilişkisi olmadı yeryüzünde.
Ancak bir gün erkekler fiziksel güçlerinin farkına varıp da, analarını köleleştirmeye başlayınca işler birdenbire değişiverdi. Onlar sandılar işin kehaneti kendi döllerinde, sandılar ki tarladaki ürünün sırrı da tohumda. O vakit göklerde, farklı yerlerde aradılar işin sırrını, bilemediler ki tohumu da zaten toprak veriyor. Artık onlar için kutsal değerler yeryüzünde değil gökyüzünde idi. Ve tanrı mutlaka erkek olmalıydı. Ama yine de insanlar ne yerlere ve göklere sığdırabildiler tanrıyı. Onlar tanrının kendileri gibi düşünmesini, umutlarını ve kaygılarını anlamasını istediler. Hep onları ödüllendirmesini yapamadıklarını yapmasını, haksızlığa uğrayanları korumasını, suçluları cezalandırmasını istediler. Sığmadılar bu dünyaya, başka dünyalar istediler. Aslında ondan hadleri olmadan ölümsüzlüğü istediler. Onlara göre tanrıların bilinci olmalıydı ve bu bilinç kendilerininki gibi olmalıydı.
Anadolu'da buzul çağı sonrası başlayan ısınma her geçen yıl artıyor, Kızılırmak'ın serin vadilerinde yeni gelen halklar Anadolu'nun yerli halklarıyla kaynaşıyordu. Hitit İmparatorluğu ile birlikte köleci devlet anlayışı da Anadolu'da yaygınlaşmaya başlamıştı. Krallar, soylular ve rahipler diğerlerine göre daha ayrıcalıklı olan yaşamlarının bedelini kölelere ödetiyorlardı. Birçok suçun bedelini köleler hayatları ile öderken özgür insanlar, aynı suçlardan tazminat karşılığı kurtulabiliyorlardı. Kuzeyden gelen kavimlerin boyunduruğu altına giren Hatti boyları yeni ataerkil düzenin koşullarına da boyun eğmişlerdi. Kölelerin dışında zanaatçılar ve fethedilen ülkelerin insanları da imparatorluğun merkezine getirilip kralın, rahiplerin ve toprakları elinde bulunduran aile reislerinin denetiminde çalıştırılıyorlardı. Binlerce yıldır süregelen barış, yerini tanrısallaştırılmış kralların zulmüne bırakmıştı. Özel mülkiyetin yaygınlaşması ile Anadolu'da insanların başka insanlar tarafından sömürüsü de başlamış oldu.
Hitit döneminde bütün ataerkil örgütlenmelere rağmen Anadolu'da yerli halkın en çok benimsediği tanrılar; toprak, bitki verimin tanrısı Telipinu, Fırtına Tanrısı ve Güneş Tanrısı gibi doğayı simgeleyen tanrılar olmuştu. (1) Aslında Hititlerle birlikte doğa cinsiyet değiştirerek tanrısal özelliklerini korudu. Ama yine de beş bin yıldan beri dişi bir tanrıya bağlı olan Anadolu insanı, Ana Tanrıçası'na çeşitli biçimlerde tapınmaya devam etti. Ana Tanrıça, Hattiler'de Vuruşemu, Hurriler'de Hepat, Hititler'de ise Arinna'nın Güneş Tanrıçası adını taşımıştı. Geç Hitit Dönemi'nde adı Kupaba'ydı. Dinsel metinlerde Arinna'nın Güneş Tanrıçası ve Hurri kökenli Hepat birbirlerinden ayrı tanrılar olarak anlatılırlar. Hitit İmparatorluğu'nun koruyucusu Güneş Tanrıçası'nın sembolleri panter ve güvercindir. Nitelikleri doğru yargı, merhamet ve otoritedir. Hepat ise Hititler için göklerin kraliçesidir. Onu ya bir aslanın üzerinde ya da tahtında otururken görürüz. Hepat sadece Orta Anadolu halklarının değil, Torosların, Halep'in de tanrıçasıdır. Ancak bereketin sembolü bir erkek tanrıdır bu kez. Tanrı Telepinus kızgın bir şekilde şehri terk eder. Şehirden uzaklaşır ve Anadolu bozkırında kaybolur. Yorgunluktan bitkin bir şekilde yatar ve uyur. Tanrının güçsüzlüğünde, tüm ülkeyi sis kaplar, kuraklık ve açlık olur. Ocakta kütükler söner, koyun kuzusuna, inek buzağısına bakmaz. Tanrılar ise tapınakta suskundur. Bütün canlılar açlıktan ve susuzluktan kırılmaktadır. Tanrılar kaygılanır ve Telepinus'u aramaya koyulurlar. Telepinus'un şehre geri getirilmesi ve iyileştirilmesi ile, açlık ve kuraklık biter bütün ülke normale döner. (2) Kaybolan tanrının geri dönüşü de Hititlerde bayram olarak şenliklerle kutlanmaktadır. Ayinin sonunda üzerine koyun postu asılmış bir direk tanrı önüne dikilir. Bu direk verimliliği simgeler.
Hititler madencilikte ileri oldukları kadar, doğa ile uğraşmayı da bir yaşam biçimi olarak benimsemişlerdi. Arpa ve buğday ekiminin yanı sıra asma bahçelerinde üzüm yetiştirmişler, üzümden şarap yapmışlardı. Bugün Hitit İmparatorluğu sınırları içerisindeki bölgelerde yetiştirilen elma, kayısı, kızılcık meyveleri bizlere onların mirasıdır. Kocakarı ilacı diye küçümsediğimiz birçok bitki tohumundan yapılan karışımlar, o devirlerde ilaç olarak kullanılıyordu. Henüz kırık ve kayıp Hitit tabletlerinden dolayı bu konularda ayrıntılı bilgilere ulaşılamamıştır. (3) Erkeklerin yeni dünyası yeni tanrıları keşfede dursun, Anadolu halkları yine de tanrıçalarından vazgeçememişlerdi. Tarih Anadolu'da bin tanrılı Hititler'e sahne olurken, imparatorluğun en güçlü dönemlerinde bile yarımadanın dört bir yanında Ana Tanrıça kültü yayılıyordu. Koca bir dünya imparatorluğu kuran, yankıları Akdeniz'in karşı kıyılarından duyulan Hititler'in Anadolu halkları üzerindeki kültürel etkisi, her şeye rağmen kendi halinde fazla duyulmamış olan yerli Luwi halkları kadar olamamıştır. Hitit İmparatorluğu'nun yıkılışı sonrası kalıntıların altından daha güçlü bir imparatorluk çıkmamıştır. İmparatorluk kalıntıları üzerinde Frigya Krallığı ve küçük Anadolu beylikleri ile yaşam sürerken yerli Luwi halkları güneyden kuzeye, doğudan batıya, Anadolu'nun dört bir yanına özgün Anadolu mirasını taşımışlardır. Bugün bile Akdeniz'de, Ege'de, Karadeniz'de ve Doğu Anadolu'da birçok yörenin adı Luwi kökenlidir. Onlar Hititler gibi ulaştıkları topraklara yeni düzenin çok tanrılı değerlerini değil, hoşgörünün ve barışın tanrıçasını taşımışlardır. Bu yayılma Anadolu sınırlarını aşmış, Trakya'ya, Yunanistan'a İtalya'ya ve Afrika'ya kadar uzanmıştır.
Doğu Avrupalı bir kavim olduklarına inanılan Frigler de, Hititler gibi Orta Anadolu topraklarında hüküm sürmüşlerdi. Onlar da Hitit geleneklerini sürdürmüşler ve Anadolu'nun özgün değerleri ile bütünleşmişlerdi. Hatta daha ileri giderek, bir yanda Akdeniz ve Assur'a yönlenen siyasal yayılmacılığın yanı sıra çok eskilerden beri devam eden Ana Tanrıça kültünün yayılmasını sağlamışlardı. Siyasal merkez Gordion iken, yöre halklarının dinsel merkezi Midas'tı. Toprakların büyük bir bölümü rahiplere aitti. Bu topraklarda köylüler tarımla uğraşırken, zanaatçılık gelişmişti. Frigya'da Ana Tanrıça'nın ismi Kybele idi. Kybele'nin merkezi tapınma yeri ise kutsal sayılan Pessinus idi. Bu şehirde Kybele'yi simgeleyen taşın gökten indiğine inanılırdı. Friglerden sonra Orta Anadolu'da bir çok kent çeşitli kavimlerin saldırısına maruz kalarak yıkıldığı halde Pessinus bu dinsel gücü sayesinde uzun yıllar yaşamıştı. Sonraları Galatlar döneminde kenti beş Frigyalı ve beş Galatlı rahip birlikte yönetmişlerdi. Lidya, Anadolu'nun batı ile kaynaştığı, yerel değerlerinin batıdan gelenlerle birleşerek yeni sentezlerin oluşturan bir ülke idi. Kybele, Lidya'nın da en önde gelen tanrısıydı. Tanrıçanın başkent Sartes'te büyük bir tapınağı vardı. Kybele'nin yanı sıra Artemis ve Dionysos'un da önemli bir yeri vardı Lidyalıların yaşamında. Bu üçlü tanrı anlayışı Lidya dininin temel unsuruydu. Bu üç tanrı da doğa tanrılarıydı. Yerli gelenekler korunmuştu ve bütün ataerkil etkilere rağmen, anaerkil hayat anlayışı yeni biçimlerle mevcut düzene direniyordu. "Doğanın ulu anası"
Neolitik dönemden beri Anadolu'daki en kutsal varlık olarak bilinen Ana Tanrıça, Ege dünyasından aldığı yeni özellikleriyle, Anadolu'nun batı kıyılarında Artemis olarak ortaya çıkar. Bu kez Efes yakınlarındaki bıldırcınlar yeri Ortygia'da doğurmuştur. Artemis, babası Zeus'tan sonsuza dek bakire kalmayı dilemiş ve perileri ile birlikte hep bakire kalmıştır. Doğa ile içiçedir Artemis; ok, yay, at ve arabası ile birlikte gözükür. Sadece insanların dünyası ile ilgilenmez, hayvanlarla ve bitkilerle de ilgilenir. Ayın üç ayrı dönemini temsil eden Artemis'in tacı aynı zamanda, kadının gelişimini de simgeler. Hilâl yeni doğmuş bir kızı, yarım ay genç kızlığa geçişi, dolunay ise olgunluğu, doğurganlığı ve analığı anlatır. Bu üç yönüyle Artemis, ataerkil düzenin ona verdiği yeni nitelikleri; bakireliği, kadınlığı ve analığı aynı vücutta taşır. Giritli tanrıça Britomartis'in adı atlı bakire anlamına gelir. Bu tanrıça avcı kılığında dağlarda köpeklerle dolaşır ve erkeklerden uzak yaşar. Anadolu'nun Kybelesi bu yeni dünya değerlerinde Giritli tanrıçanın özellikleriyle benimsenmiştir. Artemis'in boynundaki gerdanlıkla da bitkiler dünyasını, gerdanlıktaki kolye ile de Orion takım yıldızlarını sembolize etmektedir. Tanrıça'nın göğsündeki nesnelerin, hurma meyveleri veya kraliçe arıyı simgelediğinden dolayı erkek arı gövdeleri olduğu yolunda görüşler ortaya atılmıştır. Artemis bereketi ve bolluğu temsil eder. Anadolu'nun batı kıyılarında birçok yeni tanrı ortaya çıkmışken halk Artemis'i daha çok benimsemiştir. Halk ona "doğanın ulu anası" diye yakarır. O da Kybele gibi bir yeryüzü tanrıçasıdır ve Ana Tanrıça'nın yeni görünümüdür. Troya savaşında Troyalılarla birliktedir ve Anadolu'yu istilacılara karşı savunur. Anadolu'nun bu güçlü tanrıçası başka ülkelere de taşınacak ve değişik isimlerle anılacaktır.
Dionysos da, Kybele ve Artemis gibi doğaya dönük bir tanrıdır. Anadolu'da; Frigya ve Lidya bölgelerinin tanrısıdır. Doğa ile ilgili bir çok sıfatı vardır. Ormanlarda yaşar, topraktan çıkan bitkilerin ve tarımın tanrısıdır. Coşkusunu bir şarap tanrısı olarak simgeler. İnsanların olduğu kadar vahşi hayvanların da tanrısıdır, onlarla birlikte yaşar. Doğanın sırlarına ermek ve tanrısallaşmak Dionysos dininin amacıdır. Bunun için ayinlerde şarap içilir ve sarhoş olunur. Ayinlerde insanlar, vahşi hayvanlardan farksızdırlar. Tanrısal sırra erişmek onlar için doğa ile yakınlaşmaktır. Dionysos dininin müritleri Bakkhalar aynı Pessinus rahipleri gibi çılgınca kendilerinden geçerler. Tanrısal gerçek dağlarda, ormanlarda yabani hayvanlarla birlikte coşmakta gizlidir onlar için. İnsan ile doğa arasındaki ilişkinin en yoğun yaşandığı aşamada artık Bakkhalar tanrısallaşırlar. Şarap ve sarhoşlukla bilinçlerini aşıp tanrısal erdeme ulaşırlar.
Roma istilasıyla başkalaşan Anadolu
Yunan kavimleri Anadolu'ya ilk geldiklerinde yerli halkların direnci ile karşılaştılar. Bu anaerkil direnç yıllar boyu kırılamamış, dumanların ve yıkıntıların üstünde oluşan yeni uygarlık geçmişin izlerini silememiştir. Troya Savaşı bir yönüyle anaerkil Anadolu topluluklarının yurtlarını Yunanlı istilacılara karşı savunmasıydı. Akha ordusu Troya açıklarında belirdiğinde, onları sadece Troyalılar değil bütün Anadolu halkları bekliyordu. Anadolu ilk defa batıdan gelen tehlikeye karşı birlik olmuştu. Homeros İlyada'da Troyalılar'ın yanında savaşa katılan Anadolu halklarını tek tek anlatır. Çanakkale'den Dardanieliler, İda Dağı'nın eteklerinden Zeleialılar, Mysia bölgesinden Apaisoslular, Troya yakınlarındaki Praktios'ta oturanlar Troyalılar'ın yardımına gelirler. Ege kıyılarından, İzmir'in kuzeyinden Pelasglar, Aksios (Vardar Irmağı) kıyılarından, Payhlagonialı krallar Parthenios ırmağı kıyısındaki saraylarını bırakıp Troya'ya ulaşırlar. Mysialılar ve Frigyalılar uzak yurtlarını bırakıp büyük bir arzuyla katılırlar Anadolu direnişine. Karialılar çok uzaklardan güzel Miletos'tan, Likyalılar ise anaforlu Ksanthos'tan uzun yolculuklarla Troya'ya erişirler.
Yunan işgali sonrası yıllarca direnen Anadolu'nun anaerkil halkları için artık istilalar dönemi de başlıyordu. Romalılar Pessunus'dan Anadolu'nun binlerce yıllık Kybelesi'ni Roma'ya taşıma seferinde bu toprakları tanıdılar. Artık Anadolu iyiden iyiye ısınıyordu. Batının yükselen yeni imparatorluğu bütün başkaldırılara rağmen iç bölgelere kadar sızmıştı. Batıdan Roma'nın doğudan ise başka bir istilacı gücün Perslerin kıskacındaydı Anadolu. Zor yıllar başlamıştı. Toprağın verdiği bütün zahmetlere yenileri eklenmişti: Emeğin yeni sömürücüleri. Troyalılar'ın torunları olduklarına inanan Romalılar, önceleri Anadolu'ya pek ilgi göstermeseler de MÖ 190 tarihinde Suriye Kralı Antiokhos'un peşi sıra gelerek bu topraklara gemilerini yanaştırdılar. Romalıların Anadolu çıkartması Şarap Tanrısı Dionysos'un baş tanrı olduğu Teos'la başladı. Bu savaştan galip çıkan Roma ordusu için artık Anadolu kapıları açılır. Phokaialılar da (Foçalılar) Roma istilasına uzun süre direnirler ama Antiokhos'tan yardım gelmeyince kentin kapılarını açmak zorunda kaldılar ve Phokaia yağmalandı. Magnesia (Manisa) yakınlarına çekilen Antiokhos kesin bir yenilgiye uğradı. (4)
Roma İmparatorluğu'nun işgal ettiği Anadolu topraklarında oluşturulan eyaletler imparatorluğun olduğu kadar kişiler için de başlıca zenginlik kaynağı olmuştu. Eyaletler Roma halkının ganimeti sayılırdı. Halkın elindeki altın ve gümüş alınır ve askerler de geri kalanı yağma ederlerdi. İmparatorluk, maden ve taş ocaklarına, tuzlalar, tersaneler, ormanlar ve her türlü taşınmaz mala el koyarlardı. Bu şekilde elde edilen zenginlik Anadolu'dan Roma'ya akardı. (5)
Batı Anadolu bir Roma eyaletine dönüşünce, Romalılar üç ayrı kanaldan egemenlikleri altında tuttukları kentleri sömürmeye başlar. Eyalet valileri Roma'dan aldığı yetkileri çoğu zaman kötüye kullanarak kendi çıkarlarını ön planda tuttu. Valilerin bu tutumu karşısında politik kariyerlerini eyaletlerden gelen rüşvetlerle sağlayan Romalı politikacılar ortamdan yararlandıkları için sessiz kaldılar. Vergi toplama işi ihale ile en yüksek fiyatı veren ortaklığa verildiğinden, Anadolu halklarını günden güne fakirleşti. Dahası ağır vergi yüklerini ödeyemeyen halka borç verip faizle para kazanma peşinde koşan Romalı banker ve tacirlerin sayısı her geçen gün arttı.
Roma zulmü devam ederken, Aziz Paulos, Yahudi kurallarından arındırılmış yeni bir dini batı dünyasına tanıttı. Bu amaç için Anadolu topraklarını çok arşınladı. Roma İmparatorluğu'nun doğu kesimlerinde kölelerin ve ezilenlerin başkaldırısıydı Hıristiyanlık. İmparatorluğun çıkarları ile çatıştığından ezilmeye çalışıldı. Köleci toplum Hıristiyanlıkla dönüşüm sürecine girmiş, feodal toplum yapısı oluşmaya başlamıştı. Roma İmparatorluğu'nun Anadolu'yu işgali sonrası Artemis, diğer tanrılara rağmen batı kıyılarının vazgeçilmez tanrıçasıydı. Sonraları Hıristiyanlığın hızlı yayılmacılığına rağmen antik Artemis kültü varlığını ve gücünü uzun süre korudu. MS 53'de Efes'e gelen Aziz Paulos üç yıl boyunca Hıristiyanlığı yaygınlaştırmak için başarılı çalışmalar yaptıysa da güçlü bir dirençle karşılaştı.
Her şeye rağmen yozlaşan Artemis kültü, soylu ve yüksek tabakadan insanların hizmetine girmişti. Efes'te Artemis'e sunulan giysi ve takılar kendine özgü bir ticaret sistemi oluşturmuştu. Tapınaktaki tanrıça heykeline giydirilen bu ziynet eşyaları aynı anda kullanılamadığından seçilen zengin ailelerin kızları bu görevi üstlenir ve giyerlerdi. Bu giysilerin ve takıların sık sık değiştirilmesi gümüş ustaları için çok iyi bir pazardı. Bu nedenle Aziz Paulos'un çalışmaları en çok onları rahatsız etmişti. Demetrios adlı bir gümüş ustası mesleğinin tehlikeye gireceğini sezerek, meslektaşlarından oluşan bir heyetle tiyatroda Aziz Paulos'un vaazinde halkı kışkırtır. Halk hep bir ağızdan "Yücedir Efeslilerin Artemis'i" diye bağırır. Halkın yatıştırılması için kent meclisinin sözcüleri açıklama yaparak Artemis'in yüceliğini vurgularlar. Bütün direnmelere rağmen toplumsal değişim engellenemezdi. Ancak geçmişin değerleri bir şekilde biçim değiştirerek yeni toplum yapısına uyum göstererek yaşamaya devam etmeliydi. Artemis çoktan Hıristiyanlaşarak Meryem Ana olmuştu. İbranice'de genç kız anlamına gelen "almah" sözcüğü; Yunanca'ya "bakire"ye dönüştü. (6) Meryem de Artemis gibi bakire idi. Hıristiyanlar kilisenin ilk zamanlarında Meryem'in Artemis ile karıştırılması kaygısıyla ona tapınmaktan çekinmişler ama sonraları, ona tanrı anası anlamına gelen Theotokos sıfatını vermişlerdir. Theotokos sıfatı 5. yüzyılda tanrı ve insan arasındaki ayrımı bir karmaşaya dönüştürdüğü gerekçesiyle kaldırılmak istenmiştir. Bu öneri Efes Konsili'nde reddedilmiştir. Meryem Ana Evi'nin bulunduğu Arvilia vadisinde yapılan arkeolojik kazılarda Artemis'e ait bir çok adak kalıntısı bulunmuştur.
Leto'nun Artemis'i doğurduğu bıldırcınlar yeri Ortygia aynı zamanda Meryem Ana'nın evinin yeridir. Evin aşağısındaki vadide eskiden Tanrıça Artemis için festivaller yapılırdı. Sonraki yıllarda Meryem Ana sevgisi bütün Anadolu'ya yayılacak, Anadolu halkları İslamlaşırken Hıristiyanlığı terk edecekler fakat Meryem Ana'yı yine de çok seveceklerdi. Hıristiyanlık, Anadolu'nun eski tanrısal destanlarından etkilenmiş, öyküler değişik biçimlerde ermiş destanlarına dönüşmüştür; Kapadokya'da yaşayan Ermiş Georgios'un burnundan alevler çıkaran canavarı öldürmesi gibi. Hıristiyanlığın kutsal günlerinin çoğu eski çok tanrılı çağlardaki günlerinin devamıdır. Meryem Ana'nın gökyüzüne uçuşu ve Artemis bayram günleri çakışmaktadır. Çoktanrılı dünyanın tapınakları yeni dünyanın görkemli kiliselerine dönüşür. Kısaca Anadolu'da Hıristiyanlığın yayılmasıyla başlayan Rumlaşma hareketi Anadolu'nun dışındaki coğrafi alanlardan gelen göçlerle değil tamamen kültürel bir sentezle oluşmuştur. Helen dili uzun yıllar batı bölgelerini etkilemiş ancak, Anadolu'nun yerli dilleri, Hıristiyanlığın yaygınlaştığı dönemlere değin devam etmişti. İncil'in Helen dilinde yazılmış olması Helen dilinin yaygınlaşmasını sağladı. Senelerce imparatorluğun kuytu köşelerinde yaşayan Hıristiyan inancı, Roma İmparatorluğu'nun resmi dini olmasıyla Anadolu'da hızla yayıldı. Yine de Anadolu'nun yerel kültürleri Frigya, Pontus, Kapadokya'da varlığını direnerek sürdürdü. Roma döneminde Batı Anadolu'da kentleşmenin de artmasıyla birlikte Anadolu nüfusunda da artış olmuştu. Kentlerde yoğunlaşan bu nüfus hareketi, Anadolu halklarına yeni bir kimlik kazandırıyordu.
Hıristiyanlığın etkisiyle ağırlığını hissettiren Rumlaşma süreci Doğu Roma'nın bölgede etkili güç olmasıyla, bölge halklarının kimliğini temsil eder konuma gelmiştir. Bizans artık Anadolu'da etkin bir güçtür ve İstanbul bu gücün odağıdır. Bizans'ın ilk yıllarında ekonomik açıdan parlak bir dönemin başlangıcıydı. Batı Roma'nın çöküşü ile Anadolu topraklarında kurulmuş olan imparatorluğun başkenti, Balkanlar'dan gelen halk kitleleriyle artmış, daha önce Batı Anadolu kentlerinin taşıdığı ekonomik ağırlık merkezini İstanbul'a kaydırmıştı. İmparatorluğun İstanbul üzerindeki etkinliğinin artmasıyla birlikte ekonomik, kültürel, dinsel çelişkiler de ön plana çıkmıştı. Hipodromda yapılan at yarışlarında bazı at sürücülerinin yeşil, bazılarının da mavi gömlek giymesi zamanla halklar arasında bölünmeye yol açmış, mavi ve yeşil varolan çelişkilerin simgesel renkleri olmuştu. Her iki örgütün de tabanı yoksul sınıflara dayandığı halde, maviler aristokratların, saray bürokratlarının desteğini almış, yeşiller ise; daha çok Anadolu'nun iç bölgelerinden gelen yerli zanaatkarlar ve ticaret erbaplarından oluşmuştu. İmparatorluğun katı ve merkezi Ortodoks kimliğini benimseyen maviler her zaman imparatorun da desteğini almışlardı. Yeşiller mezhep farklılıklarına daha hoşgörülü ve eğilimli iken maviler Ortodoks kilisesine çok katı bir şekilde bağlı idiler. İmparatorluğun Mavilerden yana olan açık tutumu çelişkileri daha da artırdı ve mavileri zorba, yeşilleri ise kentin mağdurları durumuna düşürdü. Ancak imparatorluğun yoksul kitlelere karşı haksız tutumu kentte büyük bir ayaklanmaya neden oldu ve kitleleri aynı saflarda birleştirdi. İmparator ve imparatoriçeyi kentten kaçma noktasına getiren bu ayaklanma mavilerin saraydan yana cephe değiştirmesiyle güçlükle bastırılabildi. Bu kent Bizans sonrası tarihlerde de kargaşalara meydan olacak ve kentin hakimleri bu korkuyu hep hissedeceklerdi.
İmparator, İstanbul surları içinde Anadolu'dan kopuk, şaşaalı yaşamını sürdüredursun, Anadolu halkları tam bir merkezi yönetim kıskacında sömürülüyorlardı. Gerçi kölecilik yerini toprağa bağlı yarı özgür köylülüğe bırakmıştı. Bizans yönetimi bu köylülere arazi sahipleri tarafından baskılar uyguluyordu. Zamanla orta sınıflar yok edilerek büyük arazi sahipleri küçük arazileri ele geçiriyorlar, halkı yarı köle durumuna düşürüyorlardı. İmparatorluk askeri gücünü oluşturan köylüleri bu yeni gelişmelerden korumak amacıyla, büyük arazi sahiplerinin daha da güçlenmesine izin vermedi. Bu kararlar Anadolu'da daha sonraki yüzyıllarda da devam edecek olan yarı feodal sömürü düzeninin temellerini oluşturdu. Aristokrasinin gelişmesi bu şekilde engellenmişti. Hıristiyan olmayan halklara uygulanan vergi düzeni, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde İslam dininden olmayanlara karşı uygulanan reaya düzenine dönüştü.
Türklerin Anadolu'ya gelişi öncesinde, Bizans bünyesindeki Rum halkı, batıdan gelen Helen halklarının oluşturduğu bir toplum değildi. Helen yayılmacılığı Batı Anadolu toprakları ile sınırlı kalmış, iç bölgelere pek fazla geçiş olmamıştı. Anadolu'nun yerli halkları imparatorluk bünyesinde Rumlaşmış ancak yine de eski kültürel ve geleneksel değerlerini devam ettirmişlerdi. Bu dönem Anadolu için bir Helenleşme dönemi değil, Anadolu'nun yerel değerlerinin yaşandığı Rumlaşma dönemi idi.
Birkaç yüzyılda Anadolu'da oluşturulan Büyük Selçuklu uygarlığı, sadece Türklerin oluşturduğu bir kültürel birikim değil, ağırlıklı olarak binlerce yıldır Anadolu birikiminin ürünüdür. Kırsal alanlarda yaşamı kabullenmiş Türkmen boylarının öylesine görkemli bir kültür oluşturmaları bilimsel açıdan mümkün değildir. Kaldı ki, Anadolu'ya İran üzerinden gelen Türkler beraberlerinde köklü Pers kültürünü de taşımışlardır. İsa'dan sonra binli yılların başlangıcında Orta Asya'dan gelen Türkmen boyları uzun yıllar İran'la iç içe yaşamışlardı. Anadolu topraklarına geçerken beraberlerindeki İranlıları da bu topraklara taşımışlardı. (7) Görkemli İran kültüründen etkilenen Selçuklu hükümdarları saraylarında Türkçe yerine Farsça konuşmuşlar, imparatorluğun resmi dili olarak da Farsçayı tercih etmişlerdi. Her şeye rağmen Malazgirt sonrası kitlesel Türkmen göçleri Anadolu'yu geniş ölçüde Türkleştirmiştir. Sonraları MS 1300'lü yıllarda özellikle batı Anadolu'ya kitlesel Türk göçleri başlamış, Anadolu'daki Türk yoğunluğu bu göçlerle birlikte diğer halklara nazaran artmıştır.
Babai ayaklanması
12. ve 13. yüzyıllarda Anadolu halklarının, özellikle göçebe Türkmenler'in ekonomik ve toplumsal durumu oldukça kötüydü. Anadolu Selçuklu Devleti'nin resmi dini Sünni İslam'dır. Devletin çıkarları ve dinin çıkarları aynıdır. Bu anlayış çerçevesinde din adamları ile devlet arasında bir işbirliği vardır. Selçuklu sultanlarının halka karşı zalim tutumları ve işkenceci uygulamaları halkta merkezi otoriteye karşı güçlü bir tavır geliştirmişti. Baba İlyas bu tepkinin simgesiydi. Ekonomik yapıdaki bozulmalar ve yarı feodal yapı içerisinde yeni zengin kitlelerin ortaya çıkması, diğer yanda halkın gitgide yoksullaşması büyük çelişkiler yaratıyor bir isyanın koşulları her geçen gün hazırlanıyordu. Bütün bu nedenlerin yanında, Selçuklu'nun İran Bizans karışımı yönetim geleneğini İslam ilkeleriyle yaşatma çabasına karşılık, Heterodoks dervişlerin etkilediği halkların daha farklı bir İslam anlayışıydı. Bu farklı görüş ve yaşam biçimi her geçen gün göçebeleri, köylüleri, zanaatçıları ve Hıristiyan kitleleri etkiliyor ve bu durum saraydakilerin hoşuna gitmiyordu. Baba İlyas'ın üzerine Selçuklu Sultanı tarafından asker gönderilmesi ve sığındığı Amasya Kalesi'nde öldürülmesi bardağı taşıran son damla idi. Anadolu ayağa kalkmıştı. Sırasıyla Adıyaman, Gerger, Kahta ve Malatya'ya ulaşmıştı ayaklanan topluluk. Her ulaşılan yerde kalabalıklar kadın, erkek, çocuk hep birlikte ilerliyorlardı. Baba İshak önderliğinde Malatya'da, Elbistan'da, Sıvas'ta, Amasya'da, Kayseri'de Selçuklu orduları bozguna uğratıldı. Babailerin Konya'ya gireceğinden korkan sultan, sarayını terk edip kaçtı ama tüm mal varlığı ile seferber ettiği Selçuklu orduları Kırşehir-Malya'da 4.000 Babai'yi kılıçtan geçirerek ayaklanmaya son verdiler. (8)
Babai ayaklanmasını bastıran Anadolu Selçuklu Devleti, kendi halkı ile yaptığı bu savaştan sonunda galip çıkmıştı ama, bu yıpratıcı dönem devletin çöküşüne neden olmuştur. Köylüler, zanaatçılar, göçebe Türkmenler ile devletin bağları tamamen kopmuştu. Heterodoks dervişler halka devletin inanç ve düşünce sisteminden daha farklı bir yaşam biçimini kabul ettirmişler ancak sınıfsal bir kopuş başlamıştı. Devlet Moğol saldırıları karşısında güçsüz kalmış, fazla bir direniş gösterememişti. Anadolu halkları da Moğollar'a direnmişler ama bu direniş Selçuklu ile birlikte olmamıştı. Ayaklanmanın oluşturduğu kararsız ortam Osmanlı Beyliği'ne yaramış, Heterodoks dervişlerle uzlaşmacı ilişkiler geliştirerek Anadolu toprakları üzerinde kararlı bir devlet yapısı oluşturmuşlardır. Bu dönemde Osmanlılar'ın Hacı Bektaş ile olumlu ilişkileri Anadolu'nun fethini kolaylaştırmıştır. Yeni devlet düzeni ile başlangıçtaki uzlaşma zamanla bozulmuş, ancak Osmanlı ile zaman zaman sürtüşmeler yaşansa da Anadolu Selçuklu dönemine nazaran daha yakın ilişkiler yaşanmıştır.
Logos-Söz-Kelam
İsa'dan beşyüz yıl önce sürekli akış öğretisi ile diyalektik düşüncenin temellerini atan Herakleitos, söz anlamına gelen Logos sözcüğünü aşağıdaki gibi tanımlamıştır:
"Nasıl ateşe yaklaştırılan kömürler başkalaşarak ateşlenir, uzaklaştırılınca da sönerse, ruhumuz da ortaklaşa olanın ardından giderse logostan pay alır, ayrılırsa logossuzdur. Us ile konuşmak isteyenler herkesle ortaklaşa olan ile kendini güçlendirmelidir... Dünya birdir, ne bir tanrı tarafından yaratılmıştır ne de insan tarafından, bir yasaya göre yanan ve bir yasaya göre sönen ve başı sonu olmayan bir ateştir." (9) Ona göre bütün şeyleri ateş yönetir ve sürekli yaşayan ateştir. Ateş bir gün gelecek bütün şeyleri yargılayıp yakacaktır. Herakleitos'a göre evrensel birlik logos kavramı ile anlaşılabilir. Evren ona göre logoslu ve usludur. Bizler tanrısal logosu nefes alırken içimize çekiyoruz ve sonra bedenden dışarı çıkınca da bütün evrenin ruhuna geri dönüyor. Herakleitos'a göre logos var olan her şeyi yöneten tek ve değişmez doğa kanunudur. Bu kavram daha sonra antikçağ düşünce ve inançlarına dinsel bir boyut getiren stoacılar tarafından tanrısallaştırılmış, istemeden de olsa Hıristiyan dünya ile bir bağ kurulmasını sağlamışlardır. Herakleitos'un İsa'dan beş yüz yıl evvel tanımladığı logos, İncil'de tanrısal bir kimlik kazanmıştır. Meryem Ana'yı yurdundan koparıp Batı Anadolu'ya, Efes'e getirildiğine inanılan Aziz Jean'ın İncili şu sözlerle başlar; "Başlangıçta söz vardı ve söz Tanrı ile beraberdi ve söz Tanrı idi." (10) Logos kavramının felsefi boyutu Hıristiyan dinine bu şekilde yansıtılır.
Logos kavramının İslamiyet'in gelişi sonrasında Anadolu topraklarında kitlesel bir din felsefesine dönüşmesinde İranlı Hurufiler'in etkileri ile olmuştur. İran topraklarında barınamayarak kaçan Hurufiler, Hacı Bektaşi Veli tarikatına sığınmışlar ve Bektaşi inançlarına da oldukça katkıda bulunmuşlardır. Hurufiler'e göre Tanrı gizli bir hazinedir. Varlığı ve özü sesten oluşur. Sesin ortaya çıkması ile de evren oluşmuştur. Tanrı kendi siluetini insanın yüzünde göstermiştir. İnsanı, tanrıdan ayıran ise kelam yani sözdür.
Tanrıya, tanrının ölümsüzlüğüne ulaşmanın tek yolunun, onu ancak gerçek anlamda sevmekle mümkün olacağını söyleyen Platoncu görüş Anadolu topraklarında devletin İslam anlayışından farklı olarak yeniden kimlik kazanmıştır: Tasavvuf. Bu yeni din felsefesi sevgi üzerine kurulmuştur. Tasavvuf inancının özü yoktan varolma değil, tanrıdan oluşmadır. İnsan ve tanrı birlik içindedirler. Tanrı insanın ağzından konuşur, insan da konuşan bir tanrıdır.
İslam, tanrının yüceliğini ulaşılmaz kılar ve insanın tanrı tarafından yoktan yaratılmasını dolayısıyla tanrının ululuğunu ön plana çıkarır. Tasavvufta ise tanrı, insan ile birlik içindedir. Yaratılış yoktan varolma değil, tanrının insan vücudunda görünüşüdür. Dolayısıyla ölüm yoktur, sürekli bir varoluş vardır. İnsanın suç olan eylemlerinden dolayı yargılanması, aynı zamanda insan olan tanrının kendi kendini yargılamasıdır. Tanrı göğün yedi katında değil, bilinen görünen ve konuşan bir varlıktır. Tasavvufta din olgusu korku üzerine değil, sevgi üzerine kurulmuştur. Otoriteyi ellerinde tutan hükümdarlar ya da krallar, tarihte dini de korku unsuru olarak halklara karşı kullanmışlardır. Onların din anlayışında cehennem, mahşer günü ve ateş korkuyu ön plana çıkarmaktadır. Ancak tasavvuftaki tanrı sevgisi ve dostluğu bu korkuları ortadan kaldırmaktadır.
Tasavvufun doğaya bakış açısı da farklıdır. İktidarların İslam anlayışında tanrı doğayı yaratmıştır ve canlılar evreninde insan ön plandadır. Tasavvufa göre ise, canlı cansız bütün varlıklar tanrının kendisidir. Hepsinin ayrı ayrı kişilikleri vardır. Bir bütün olarak evren tanrının kendisidir. Devletin resmi İslam anlayışı kadınları peçelere büründürerek ev ve haremlere hapsederken, Anadolu halklarının benimsediği tanrısal hayat, kadını ve erkeği dinsel törenlerde bile yan yana getirmiştir.
Kapadokya ermişleri
Türkmen boylarının Anadolu'yu yurt edinmesi ile Anadolu'daki kültürel etkileşim ve değişimler ağırlıklı olarak iki önemli kaynaktan beslenmişlerdir. Bunlar Ahmet Yesevi'nin görüşlerini dile getiren Yesevilik ve Bektaşilik'tir. Bu iki görüşün de Horasan'dan geldikleri iddiasıyla birbiriyle iç içe oldukları savunulsa da, temelde önemli farklılıkları vardır. Her iki görüş de Anadolu halklarının İslam'a bakış açılarını Arap kültüründen farklı olarak etkilemiş ve eski değerlerle yenilerini kaynaştırmışlardır.
Yesevilik, devletin İslam anlayışına daha yakın gözükse de Araplaşmış bir İslam düşüncesi anlamına gelmez. Asya Türkleri'nin yaşam anlayışını İslam'la bütünleştirmiş, İslam öncesi Türk halklarının yaşam biçimini, kültürel değerlerini, geleneklerini ve törelerini İslam inancı ile kaynaştırmıştır. Asya'da tohumları atılan bu akım, İran üzerinden Anadolu'ya gelirken Türkmen halkları tarafından desteklenmiştir. Bektaşilik ise Anadolu'nun binlerce yıllık kültürel değerleri ile daha farklı bir İslam düşünce akımı yaratmıştır. Bektaşilerin tasavvuf anlayışı ve yorumu, ilk çağlardaki Anadolu halklarının doğa ile içiçe olan dinsel değerlerine benzer bir din düşüncesidir. Bektaşilerin dinsel törenleri Diyonsos dininin müritleri Bakkhalar'ın törenleriyle benzerlikler içerir. Her ikisinde de törenlere kadınlar da katılır.
Anadolu'daki bir çok erenler gibi Hacı Bektaşi Veli'nin de kökleri Horasan'da aranmıştır. Bu Horasanlı yakıştırması o dönemin erenleri için kullanılan genel terimdir Ancak sonraları içeriği unutularak Horasan diyarından gelenler olarak yorumlanmıştır. (11) İster Horasan'dan gelsin, ister Kapadokyalı olsun Hacı Bektaşi Veli diğer erenler gibi Anadolu'nun binlerce yıllık köklü değerlerini yeniden yorumlayarak Türkmen ve yerli Rum halklarının yeni yaşamına uyarlamıştır.
Anadolu halklarının ekonomik ve siyasi olarak bütünleşip birlik oluşturmaları, din ve mezhep ayrımı gözetmeyen Ahilik örgütü ile olmuştur. Bu örgüt bütün zanaatçıları, çiftçileri ve esnafı aynı birlik altında birleştirmiştir. Bir devlet bütünlüğü sağlanamayan kararsız Anadolu ortamında bu meslek birliği halkları birbirine daha da yaklaştırmıştır. Genç Osmanlı Devleti'nin ekonomik ve siyasi gücü bu örgütle artmıştır. Anadolu'da Ahilik örgütü ile bir pazar ekonomisi oluşturulmuş ve malların kalitesi artmış, çeşitli standartlarda üretim başlamıştır. Bu örgütün kurucusu da Kapadokya özellikle Kırşehir yöresinde yaşamış olan Ahi Evren'dir. Acılı ve zor bir hayat yaşayan Ahi Evren, Selçuklular'ın ve Moğollar'ın zulmünden nasibini almıştır. Ancak Anadolu halklarına kazandırdıkları unutulmamış, Fatih döneminde Ahilik örgütü yasaklansa da, halklar arasında bu meslek birliği yaşatılmıştır. Ahi Evren de tıpkı mitolojik dönemlerin Herakles'i gibi, Hıristiyan dünyasının Kapadokyalı Aziz Georgios'u gibi ejderha ile uğraşır, ama o savaşmaz, korkunç yaratığı duası ile yola getirir.
Ahi Evren, Anadolu Bacıları (Bacıyan-i Rum) örgütünün kurucusu Fatma Bacı'nın eşidir. Anadolu'daki büyük bir kadın örgütlenmesi olan bu örgüt kadın erkek ayrımını kabul etmemiş kökleri Anadolu'nun binlerce yıllık anaerkil yapısına uzanan kadının gücünü tekrar hatırlatmıştır. Sufiler Anadolu'nun İslam ile değişen yeni inanç sisteminde, dine farklı bir yorum getirerek kadını güçlü kılmışlardır. Kuran'da erkeklerin kadınlardan üstün olduğu hakkındaki ayette bulunan erkek kelimesinin aslında er olduğunu ve kadının da erlik mertebesine ulaşabileceğini söylemişlerdir. Fatma Bacı ve Hatun Ana, Hacı Bektaşi Veli tarafından sayılan ve sevilen insanlardır. Kadınların oluşturduğu bu birliğin eski Türk geleneklerine pek uymadığı, aksine antik dönem kadınlarının (Amazonlar ve Bakkhalar) devamı niteliği taşıması, gerçeğe daha yakın gözüküyor.
Türkler'in Anadolu halkları ile kültürel etkileşimi, kaçınılmaz olarak ırksal bir kaynaşmanın ürünüdür. Anadolu'daki büyük etnik grupların, özellikle Ermeniler, Rumlar ve Kürtler'in yüzyıllar boyu köylerde ve kentlerin bir çok mahallelerinde yerel değerlerini yitirmeden 20. yüzyıla kadar yaşamaya devam ettikleri bilinmektedir. Ancak bu toplumların büyük bölümü Türkmen boylarının Anadolu'ya gelmeleri ile birlikte İslamlaşmışlardır. Son zamanlardaki bilimsel araştırmalar Anadolu'da yaşayan Türklerin ırksal özelliklerinin, Orta Asya Türkleri'nden çok farklı olduğunu göstermiştir. Gerek Selçuklu, gerekse Osmanlı dönemlerinde ulus olarak Türk kavramı kabul edilmemiş, hatta tersine bir aşağılama unsuru olarak kullanılmıştır. Onlar daha çok Selçuklu veya Osmanlı olarak tanınmayı yeğlemişlerdir. İktidarlarındaki saraylarda, Türk sözcüğü göçebe Türkmen toplulukları için aşağılama amacıyla kullanılmıştır. Türklerin Anadolu'ya gelmesiyle Rumların da Anadolu'yu terk ettiği görüşü inandırıcı değildir. Bunun aksi olan Türkmenlerin Anadolu halkları içinde soy olarak eridiği görüşü de aynı ölçüde yanlıştır. Yerli halk Türkler'in gelmesi ile büyük oranda Türkleşmiş ancak aynı zamanda çeşitli etnik gruplar günümüze dek varlıklarını kısmen korumuşlardır.
Özellikle Osmanlı Dönemi'nde Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında yapılan evlilikler, hem devlet düzeyinde hem de halklar düzeyinde bütünleşen bu yeni kimliğin çatısını oluşturmuş; Osmanlı'nın uluslaşma sürecini hızlandırmıştır. Rumlaşma sürecinde Hıristiyanlığı benimsemiş olan yerli halklar, Osmanlılaşma sürecinde de İslam'ı benimsemişlerdir. Anadolu Hıristiyanları'nın kısa bir süreçten sonra Müslümanlığı benimsemelerinin ana nedenlerinden biri, kökleri binlerce yıla dayanan Anadolu kültürünü, Ortodoks bir süreçte baskı altında tutan eski rejimin yerine daha hoşgörülü ve yerli halkların değerlerine daha yakın olan Alevi kimliği ile uzlaşmalarıdır. Bu yeni din anlayışı Hıristiyanlık öncesi doğaya dönük inanç biçimi ile örtüşmüş, dahası ona özündeki zenginlikleri katmıştı. Anadolu topraklarına ulaşan Türk boyları ile Anadolu dışında yaşayan Türkler arasında önemli farklılıklar oluşmuştur. Anadolu'da kurulan Türk devletlerinin yapısı diğer Hun, Uygur ve Göktürk devlet yapılarından farklıydı. Selçuklu ve Osmanlı devlet geleneği köklerini Orta Asya'dan çok, Anadolu'da daha evvel kurulan devlet geleneklerine dayandırıyordu. İran ve Bizans etkisi baskındı. Bu kültür ve uygarlık birikimi Türk devletlerinin yeni yapısının mayası olmuştu. Özellikle kamu hukuku, Bizans kamu hukuku ile benzerlikler taşımaktadır.
Kültürel anlamda sürekliliğin en önemli kanıtı Anadolu'daki coğrafi bölgelerin, kentlerin, ırmakların isimlerindeki ardıllıktır. Bu isimlerin çoğunlunun kökleri 4.000 yıl öncesine dayanır. Anadolu'nun bir Roma Ülkesi haline geldiği dönemlere ve Araplar'dan alınan isimlerde bunlara eklenmiştir. Türkleşme döneminde bu isimler küçük değişikliklerle devam etmiştir. Eski Helen dilindeki bazı sözcükler ve takılar Türkçe'ye aynı şekilde yansımıştır. Türkçe'nin yüzlerce yıl Anadolu'da egemen olması ile Rumca'ya da etkileri olmuştur. Bu şekilde, bir dil kaynaşması oluşmuştur. Doğu Roma İmparatorluğu'nun baskıcı ve merkeziyetçi yönetim anlayışından bıkan kitleler, Türkmenlerin yönetiminde eskisine nazaran daha esnek bir anlayışla karşılaşmışlar; imparatorluğun baskısından yılan diğer etnik kitleler ise yine aynı nedenlerle Türkmen idaresini benimsemişlerdir. Türklerle çok çabuk kaynaşan yerli halklar yukarıda belirtilen ekonomik ve siyasi nedenlerden dolayı Müslümanlığı benimsemişler, geçmişteki binlerce yıllık kültürel zenginliklerini de Anadolu'nun bu yeni efendilerine benimsetmişlerdir. Anadolu'nun çeşitli yerlerinde yöresel olarak toplu din değiştirmeleri olmuştur. Kars'ta, Samsun'da, Amasya'da, Aydın'da, Bolu'da, Aydın'da ve Girit'te topluca İslam'ı seçen Rumlar, Ermeniler ve Gürcüler vardır. Anadolu tarihinde büyük bir eşitlikçi ayaklanmaya neden olan Şeyh Bedreddin'in de annesi bir Rum tekfurunun kızı idi.
Ortak mülkiyeti savunan görüşleri ile Anadolu'nun çeşitli yerlerinde kitleleri etkileyen Şeyh Bedreddin aynı zamanda felsefi boyutta da büyük bir düşünürdür. Ona göre doğa ve tanrı bir bütündür. Madde ve ruhu birbirinden ayırmak olanaksızdır. Bütün dinlerin kaynağı birdir. Mehdi hiçbir zaman gelmeyecektir ve kıyamet olmayacaktır. Cennet ve cehennem bu dünyaya ilişkin kavramlardır. Yeryüzündeki bütün mülkler ortak kullanılmalıdır ve herkesin malı olmalıdır ona göre. Bedreddin'den etkilenen Börklüce Mustafa Aydın dolaylarında, Tornak Kemal de Manisa dolaylarında Osmanlı'ya karşı ayaklanmışlardır. Bu ayaklanma, bin yılı aşkın bir zaman önce, aynı bölgede Romalılara karşı yapılan eşitlikçi Aristonikos ayaklanmasının bir tekrarıdır. Ama diğeri gibi bu başkaldırı da kanlı bir şekilde bastırılmıştır. Şeyh Bedreddin'in düşüncesi ayaklanmanın bastırılması ile yok olmadı. Daha sonraki yüzyıllarda da müritlerine rastlandı.
Osmanlı ekonomisini ayakta tutan gelirlerin azalması üzerine devlet halkların üzerindeki baskıları iyice arttırmaya başlamış ve dolayısıyla tepkiler de artmıştı. Celali ayaklanmaları bu tepkileri dile getirir. Osmanlı ordusu yüz binlerce insanı katleder ayaklanmayı bastırmak için. Bu iç savaş birçok sorunu da içinden çıkılmaz hale getirir. Anadolu erenlerinin temellerini kurduğu devlet-halk barışıklığı ortadan kalkmaktaydı. Halk devlete küsmüştü artık. Ayrımcılığın boyutu Anadolu Selçuklu dönemini bile aşmıştı. Alevi-Sünni ayrımı, İstanbul-taşra ayrımı, yerleşik-göçebe ayrımı imparatorluğu gitgide yıpratıyordu. Kırsal alan-kent dengesi bozulmuş, kısacası devlet ve halkın bağları onarılamayacak şekilde kopmuştu. İstanbul Anadolu'yu sömürüyordu.
17. yüzyıl İstanbul'un Anadolu emeğinin üzerinden ellerini biraz çektiği ve denetimi azalttığı yüzyıldır. Bu rahatlama Anadolu şehirlerinin güçlenmesine neden olur. Tımar sistemi ile toprağa bağlı nüfus kentlere akmaya başlamıştı. Ancak bu gelişme halkları biraz soluklandırsa da çöküşü durduramamıştı. Tımar sisteminin çöküşü ve batıdaki Burjuva Devrimi karşısında Osmanlı acizdi ve sona yaklaşıyordu. Osmanlı etnik kimliklere karşı tavrını değiştirmiş, yeni dönemin koşulları Anadolu halkları arasındaki bağları da tamamen koparmıştı. Etnik kimliklerin yeni arayışlar içindeydiler. Çelişkilerin artışı kimlik kaosunu içinden çıkılmaz hale getirmişti. Yeni kimlikler tarihsel süreklilik değerlerine önem vermiyordu. Bu binlerce yıl öncesine dayanan soylu bağların arayışıydı. Bu arayışın sonuçları ağır ve trajik olacaktı. Yüzlerce yıl aşağılanan Türk kimliği Anadolu'ya sindirilmeye çalışılıyor, Anadolu insanının kültürel kimliği uzak Asya ülkelerinde aranıyordu. Artık Anadolu köylerinden ut melodileri yükselmiyor, Ermeni kızla Türkmen delikanlının türküsü söylenmiyordu. Son yüzyılın başlarında bir kumandan Troya yakınlarında bir tepeden ufka bakıyordu. Düşündükleri henüz kazanılmamış büyük bir zaferin sonuçları değil, çok daha sonra yapacaklarıydı. Sarı saçları rüzgarda dalgalanırken keskin mavi gözleri Troya harabelerinden uğuldayan sesin kaynağını arıyordu. Troya Savaşı bozgunundan binlerce yıl sonra Anadolu halkları batıdan gelen gemileri ilk kez yenmişlerdi. Hektor ayağa kalkmıştı. Ama asıl önemli olan, bundan sonra olacaklardı.
Kürşat Başdemir
“bilim ve ütopya dergisi ekim 1998”
DİPNOTLAR 1) Akurgal E.; Anadolu Uygarlıkları, Net Yayınları, 1987, s.104. 2) Ceram, C.W.; Tanrıların Vatanı Anadolu, Çeviren: E.N. Erendor, s.14. 3) Ertem H.; Boğazköy Metinlerine Göre Hititler Devri Anadolu'sunun Florası, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 1997, s.172. 4) Bean E. G.; Eski Çağda Ege Bölgesi, Çeviren İ. Delemen., Arion Yayınevi, 1995, s.49-52,. 5) Tanilli S.; Yüzyılların Gerçeği Ve Mirası, İnsanlık Tarihine Giriş İlk Çağ, Say Yayınları,1988, s.464. 6) Alkan İ.; İsa Gerçekten Yaşamış mıydı?, Bilim ve Ütopya Dergisi, Ocak 1997, s.33. 7) Umar B.; Türkiye Halkının Ortaçağ Tarihi, İnkılap Kitabevi 1998, s.192. 8) Çamuroğlu R.; Tarih, Heterodoksi ve Babailer, Metis Yayınları, İkinci Basım, 1992, s.169. 9) Hançerlioğlu O.; Felsefe Ansiklopedisi, Cilt : 2, s.308. 10) Halikarnas Balıkçısı, Merhaba Anadolu, s.77. 11) Tuncer Ö.; İşte Anadolu, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul, 1993, s.119
Hepimiz yaşamımızın bir anında bir hayvan dostumuz ile hayatı paylaştık veya paylaşıyoruz. Hiç hayvan beslemediğini düşünen bile şöyle geçmiş günlerini, çocukluğunu düşündüğü zaman yaşamında bir sokak kedisinin, bir serçenin, mahalle köpeğinin, bir civcivin bulunduğunu hatırlayacak.
Bazılarımız ise artık yaşamına giren hayvanların ne sayısını ne de kaç tane olduğunu hatırlayamayacak kadar çok hayvan sevgisi ve merakı ile dolu.
Aslında hayvanların yaşamımıza girmesi diye bir kavram söz konusu değil, ama çoğu insan onların farkında olmadan yaşadığı için böyle bir cümle kullanabiliyoruz.
Daha sabahın erken saatlerinde başta kumrular olmak üzere tüm kuşların kuşluk vakti dediğimiz vakti canlandıran neşeli güne başlama seslerini duyabiliriz. Evinizden sabah çıkarken kapının yanında, çöp tenekesinin yakınlarında sabah kahvaltısını bizlerin artıklarından sağlamaya çalışan bir kedi veya köpekle karşılaşabiliriz. Çevremizde her an kumru, serçe ve karga gibi şehirde yaşayan kuşlar uçuşur durur. Böcekleri ve bitkileri hiç saymıyorum. Bir sürü hayvan kendi çapında yaşam karmaşasında, basite indirgediğinizde aynı insanlar gibi yaşam kavgası sürdürür.
Ama biz insanlar bırakın bir ağacın baharda açmaya başlayan sürgünlerini, bir duvar dibinde açmış sarı hindiba çiçeğini, karıncaların yine bahardaki çiftleşme uçuşları için bir anda duvardaki bir çatlaktan telaşla fışkırmasını görmeyi; Ne kuşları, ne köpekleri ne de kedileri görmüyoruz artık. Bazen gözünüz takılır gibi oluyor..ama hep yetişilecek bir iş, okul vb koşturma var. Onlar bizim yaşamımızda ama biz onları görmeden sanki yoklarmış gibi hayat koşuşturmasında kaybolup gidiyoruz.
Onların bizim yaşamımıza girmeleri gibi bir durum söz konusu değil aslında, çünkü onlar zaten bizim yaşamımızda. Sadece bazen evlerimize , bahçemize, kafeslerimize misafir olup bizim daha yakınımıza geliyorlar. Daha fazla farkediliyorlar, daha fazla korunup, seviliyorlar.
Bir kedinin veya bir köpeğin ailenizin içine nasıl girdiği hakkında bir sürü hikaye dinledim bugüne kadar ; Kiminiz bir yavruyu soğukta ıslanmış ve üşümüş bulup aldı, kiminiz yaralı ve muhtaçken sahiplendi, kiminiz bir hayvan severin köpeği veya kedisinin yavrularını sahiplendi veya satın aldı, kiminiz ise profesyonel hayvan satan çiftlik veya pet shop benzeri bir yerden satın alarak bir hayvan dostunuzu ailenin içine aldı.
Bir hayvanın hayatımıza giriş öyküsü çok karmaşık değildir çoğu zaman, özellikle benim gibi bir mesleğiniz varsa bir zaman sonra bu dostlukların başlama öykülerinin aynı olduğunu görürsünüz.
Ama bir hayvan dostumuzdan ayrılma öyküsü her zaman çok değişik, dramatik, zor ve her zaman çok farklıdır. Hepimizin yaşamında bu ayrılış öykülerinden birkaç tane vardır. Kimisi bir trafik kazasında ölür, kimisi ihmal sonucu vicdan azabınızla yolcu edilir, kimisi ise artık iyileşemeyeceği Veteriner Hekim tarafından saptanarak , daha fazla acı çekmemesi için ötenazi veya uyutma dediğimiz acı çekmeden ilaçlar yardımı ile ölüme kavuşturma şeklinde olur.
İşte ben bu ölümlerin hepsinde o hayvancıklarla beraber ölürüm. Veteriner Hekim olduğuma sadece o an pişman olurum. Bir hayvancığın ölümüne karar vermek ve onu acı çekmeden de olsa , kendi ellerinizle öldürmek zorunda kalmak benim için yutulması çok zor bir lokmadır. Boğazımda kalır yutkunurum, yutkunurum... ağlayamam.. çünkü ben bir doktorum.
İşte sırf bu yüzden bana gelip çocuklarının hayvanları çok sevdiğini, o yüzden Veteriner Hekim olmak istediğini söyleyen ebeveynlere onları şaşırtmak pahasına ''Eğer Hayvanları seviyorsa Veteriner Hekim olmasın !'' derim. Hayvanları seven birinin Veteriner Hekim olması hayvanlar için çok iyidir. Hayvanlarla ilgili her olayda, hayvan sahibi, para, vakit gibi hiçbir faktörün etkisinde kalmadan inanılmaz bir istekle hayvanlar için ellerinden geleni yaparlar. Kendilerinin hayvan doktoru olduğunu ve hayvancıkların onlardan başka gidecekleri kimseleri olmadığını bilirler. Ama Hayvan sever birinin Veteriner Hekim olması o insanın kendisi için çok zordur. Tüm meslek yaşamında inanılmaz üzücü, yıpratıcı olaylar yaşar. Trafik kazası geçirmiş, ısırılmış, silahla vurulmuş, kanlı ishalden ölmek üzere veya ihmal edilmiş yüzlerce hayvancıkla karşılaşır. Çok üzülür, çok yorulur. Hem hayvan sevmek hem de Hayvan Doktoru olmak çok zordur.
Her şeye rağmen köpeğimiz, kedimiz veya kuşumuzun bu kötü anında onun yanında olmak ve onun yaşamının sona erdiği bu anında da tüm yaşamında onun size yaptığı gibi, yalnız bırakmamak bizim dostumuza karşı olan son görevimizdir. Onlar sizi karşılıksız , candan seviyorlar bunu hiçbir zaman unutmayın. İlk yavruluk ve tanışma anından ölüm anına kadar....
İnsanların hayvanlara yaptıklarının sınırı yok. Direk olarak bir hayvanı bir silahla öldürmekle ihmal sonucu öldürmek arasında fark yok ! BBG evinde vb. çok çeşitli durumlarda hayvanları bir canlı, bir dost olarak göremeyip, onları bir oyuncak, bir sembol olarak görenlere ve onların basit ihtiyaçlarını karşılamayarak ölümlerine neden olanları bir hayvan sever ve Veteriner hekim olarak kınıyorum. Üzüntünüzü paylaşıyorum. ama unutmayın bu sadece medyaya yansıyan görebildiğimiz bir örnek ! Hayvanların insanların elinde çektiklerini görmek ve bilmek beni insan olarak kendi hemcinsim hakkında hiç istemediğim düşüncelere itiyor. Bu olaya benzer neler geliyor kliniğime, anlatsam şok olursunuz! Tüm hayvan dostlarına ricam gördüğünüz her eziyet olayında tüm gücünüzle müdahale edin ! Belki sizin yapacağınız bir ufak hareket veya biraz enerji harcamanız bir hayvancacığın son şansı olabilir. Unutmayın onları konuşamıyorlar ve başlarına geleni anlatıp onlara eziyet edenleri şikayet edemiyorlar. Çektiklerini anlatamıyorlar. Bunu sizler anlayacaksınız ! YÜRÜYÜP GİDENLER VE DURUP BİR ŞEYLER YAPANLAR
İnsanları çeşitli şekillerde ikili zıt tanımlamalara tabi tutabiliriz. İyi-kötü, güzel-çirkin, dürüst-dolandırıcı vb. bir çok zıtlık insanların dünyasında yerini bulur. Hayvanlar söz konusu olduğunda insanları yine iki ana gruba ayırabiliriz ; Hayvan severler ve hayvan sevmezler. Ama insanları tanımlarken sadece iki zıt özellikle tanımlama yapmak her zaman hatadır. Çünkü bir insan tam olarak kötü olamayacağı gibi, tam olarak iyi de olamaz. Muhakkak bazı yönlerden iyi ve bazı yönlerden kötü özellikleri bir insanı oluşturur.
Hayvan sevgisi açısından baktığımızda insanların bir kısmı tüm hayvanlar için sevgi doludur, onlar hayvanları insanlardan veya bitkilerden ayırmazlar. Tüm canlıları bir bütün olarak görebilirler ve hepsini sevmenin güzelliğini ve zevkini yaşarlar. Bazı insanlar ise 'Ben yalnızca kedileri severim' veya 'Sadece köpekleri severim, kedilerden nefret ederim!' derler. Kimisi hayvan sevgisini iyice abartıp akvaryum balıklarının neden akvaryumlara kapatıldığını sorgularlar. Büyük bir grup insan ise hayvanları sevmiyor değildir, onlardan nefret etmez ama çekinir, korkar, yaklaşamaz veya beslemeyi düşünemez. Eşlerinin veya çocuklarının yüksek sevgi ve ısrarı ile bir hayvanla bazen birlikte yaşayabilirler. En son grubumuz ise hayvanlardan korkmanın veya çekinmenin ötesinde onlardan nefret edenler , hayvanların insanların dünyasında ne aradığını asla anlayamayanlar, yaşadıkları çevrede hiçbir hayvanın olmasını istemeyenlerdir. Hatta bu nefretlerini eyleme döküp hayvanları öldürmeye, yok etmeye fiilen veya düşünceleri her an hazır olan insanlardır bunlar. Bu grubun içine girebilecek sapkın ve hain yaratılışa sahip insanlarda vardır. Ama onların hayvanlara yaptığı eziyetleri ve acımasızlığı anlatmak başlı başına bir konudur ve bu insanlar tüm duyarlı insanların zaten lanetlediği bir insan grubunu oluştururlar.

Hayvan sevgisi açısından basitçe ayırabileceğimiz tüm bu insanlar bir arada kentlerde veya benzer yerleşim alanlarında kendileri isteseler de istemeseler de hayvanlar ve bitkilerinde varolduğu bir dünyayı paylaşarak yaşıyorlar. Direk olarak kendimizin sahiplenerek bahçemizde, evimizde veya kafeslerde beslediğimiz hayvanların dışında sokaklarda veya evlerimizin, bahçelerimizin çevresinde gün boyunca karşılaştığımız, bazen farkına varmaksızın yanından geçtiğimiz, bazen sevgiyle gözlemlediğimiz, kendilerine özel yaşamları olan hayvancıklar var. Biz farkına varmasak da onlar da aynı bizim gibi veya bazen bizden çok daha ciddi yaşam mücadeleleri vermektedirler. Onların dünyasında şartlar çok daha zordur. Ölüm çok kolaydır. Bazen günlerce bir lokma yiyecek bulamadığı için, bazen acı bir fren sesinden sonra veya frensiz bir tekerleğin altında kalarak ya da sadece sığınacak bir yer bulamadıkları için yağmurdan veya soğuktan ölebilirler.
İşte böyle günlük yaşamımız içinde günün herhangi bir saatinde yolumuzun üstüne veya bahçemize, işyerimizin önüne bazen yaralı, hasta veya kanadı kırık bir hayvancık çıkar gelir. Bazen duraksamaz geçip gider. Bazen de azıcık oyalanır, yanından gelip geçen insanlara bir umutla bakar, çoğu zaman hem muhtaç ve acılı hem de açtır. Küçük bir parça ekmeğe bile inanılmaz enerji ile kuyruk sallayarak minnettarlığını göstermeye çalışır. Bazen yerden kalkamayacak kadar kötü durumdadır, çamurların içinde yatıp kalmıştır, kırık bacağını taşımaktan yorulmuş, aç ve umutsuzdur. Ölmek ister ama ölemez.
Tam bu anda biraz evvel iki zıt karakter ile tanımlanamaz dediğimiz insan için tam bu şekilde tanımlanabilir bir özellik ortaya çıkar. İnsanlar ikiye ayrılır ; YÜRÜYÜP GİDENLER VE DURUP BİR ŞEY YAPANLAR....
Kuduz hastalığı ile mücadele hiçbir suçu olmayan köpekleri öldürmek değildir. Geçtiğimiz günlerde bir Veteriner Hekim arkadaşım iki candan hayvan dostu arkadaşı ile birlikte bana uğradı. Hayvanlara karşı saf ve inanılmaz yüksek sevgisi ile bana çaresizliğin verdiği sinirle Akpınar Hayvanat Bahçesinde gördüğü bir sahneyi tekrar tekrar anlattı. Hepsi çok üzgündü! Sahneyi anlamaları mümkün değildi. Bana anlattıklarında bende şok oldum. Üzüntümün ve insan olmanın verdiği utancın neden olduğu panikle görüntüyü kafamdan atmaya çalıştığımı fark ettim. Anlatılan manzara şöyleydi ; Bir sürü köpek beton zeminli pis bir kafes de üst üstte duruyor, bir tanesi doğurmuş, yavrular soğuk betonun dışında bulabildikleri tek barınak olan bir yemek kabının içine doluşmuşlar, ısınmaya çalışıyorlar. Her yer beton, üzerine yatacak ufacık bir karton parçası bile yok!
O yavrucukların yemek kabına yatışlarını ben görmedim ama hayvan sever arkadaşlarım o kadar üzüntü ile anlatıyorlardı ki durumu, içim titredi, gözlerim yaşardı.
Bu o an için gözle görülen bir andır. Oradaki hayvancıklar bizim göremediğimiz zamanlarda da açlık ve mutsuzluk içinde oraya neden kapatıldıklarını anlamaya çalışıyorlar. Bir sürü köpeği bir araya toplamak, sonra da yarı aç, yarı tok üst üste ölmelerini beklemek nasıl bir düşüncenin ürünüdür ? Çok acıklı ve dramatize ederek yazdığımı düşünüyorsunuz değil mi ? Hayır durum benim anlatabildiğimden de kötü inanın!
Dünyanın her yerinde kuduz hastalığı ile mücadele için çeşitli sistemler vardır. Örneğin İngiltere'de köpekler için, içinde hayvanların bakımsızlıktan ölmeyeceği barınaklar yapılmış, sonra sokak köpeklerini toplayan eğitimli , hayvanlara zarar vermeden yakalayabilen personel yetiştirilmiş.Yine bu işe uygun araba, araç ve gereçler sağlanmıştır. Tabi bu işler için önce şehirleri, insanları ve sağlığı ilgilendiren diğer tüm konularda olduğu gibi önce araştırmalar yapılmış, gerekli bütçe saptanmış, planlamalar profesyonel olarak gerektiği gibi yapıldıktan sonra çalışmalara başlanmıştır. İlk başta sokaklarda çok fazla köpek olduğu için yakalama işinde çalışan personel gün içinde çok yorulmuş. Ama sonra sayı gittikçe azalmış, ve artık ayda veya bazen birkaç ayda bir tane sahipsiz köpek yakalıyorlarmış ve onunda ya sahibi bulunuyor, ya da yeni bir sahip bulunuyormuş.
İngiltere'de yöntem bu ve İngiltere'de yıllardır kuduz hastalığı yok, Türkiye'de yöntem köpeklerin sokaklarda zehirle veya tüfeklerle öldürülmesi ve Türkiye'de her sene, özellikle yaz aylarında bir çok bölge de çıkan kuduz olayı veya şüphesi yüzünden hala insanlar korku içinde en sadık dostlarından korkuyor ve çekiniyorlar.
Diyeceksiniz ki; orası İngiltere, orda bir çok sorun halledilmiş ve sıra hayvanlara gelmiş. Türkiye'de insanlar bir çok sorunla kavruluyor.İşsizlik, geçim sıkıntısı ve diğer sorunlardan köpekleri kim düşünecek diyebilirsiniz. Eğer böyle diyorsanız size iki değişik cevabım var;
Birincisi , 4-5 senedir aynı İngiltere vb. ülkelerdeki şehirlerde olduğu gibi bizim Türkiye'mizde de bazı çağdaş ve bilimsel çalışan belediyelerin yine çağdaş ve insana yakışır çalışmaları sonucu modern barınaklar kurulmuş, bu barınaklarda sokaklardan toplanan sahipsiz köpekler sağlıklı şartlarda toplanmış, eğitimli hayvan sever personelle bakımları sağlanmış, ayrıca bazı belediyeler de( İzmir Büyükşehir Belediyesi yakınımızda bir örnektir) internet'te bu konuda site açarak, orda köpeklerin fotoğrafları ve haklarında bilgiler verilmiş, hayvanlar birer numara ile kodlanarak , sahiplendirilmeye çalışılmıştır. Bu konuya bir bütçe ayrılmış. Yani oradan buradan arada bir toplanan yemek artıkları ile hayvanlar bazen aç bazen tok değiller. Ya da köpeklere bakan görevli 15 günlük izne ayrıldığında köpekler birbirini yemiyorlar.
Gelelim ikinci cevabıma; Türkiye'de, kent, köy demeden her yerde belediyeler ve diğer resmi kuruluşlar, kuduz hastalığı ile mücadele için yıllardır birinci yöntem olarak hayvancıkların insanlığa yakışmayan yöntemlerle öldürülmesini seçiyorlar. Hayvancıklar acılar içinde öldürülüp duruluyor. Ama bir hiç uğruna, kolay ve masrafsız ama işe yaramayan yöntem seçiliyor. Bugüne kadar milyonlarca köpek öldürüldü. Çoğunuzun hiç haberi olmadan zehirlendi, kurşunlandı, hatta yakıldı cesetleri çöpleri doldurdu. Ama biz hala daha kuduz hastalığından korkuyoruz. Çünkü bu yöntem kuduz hastalığını yok edemiyor. Hayvancıklar bir hiç uğruna günah keçisi gibi ölüp gidiyor. Unutmayın Kuduz hastalığı ile yapılan doğru mücadele direk insan sağlığını ilgilendiren bir olaydır. Bu konuda işe yaramayan yöntemlerle oyalanmaya ne vaktimiz ne de hakkımız yoktur.
Bundan yıllar önce Pasteur köpekleri kuduz hastalığından koruyan aşıyı bulmuş. Ama hala daha köpeklere kuduz aşısı yapılmıyor. Köpeklere kuduz aşısı yaptırmayanlara büyük cezalar verilmiyor. Her hafta bir sürü köpek sahibi köpekleri ısırıldığında veya bir insanı ısırdığında panik içinde kuduz konusunda danışmak için kliniğime telefonla veya bizzat başvuruyor. Onlara ilk sorduğum soru ''kuduz hastalığının bu kadar korkunç olduğunu biliyorsunuz, neden köpeğinizi kuduza karşı koruyan aşıdan yaptırmadınız!?'' Cevap yok! Veya mantıksız cevaplar, ihmal ve düşüncesizlik, çoğu zamanda bilgisizlik!
Ben köpeklerine kuduz aşısı yaptırmayan insanları tam olarak suçlayamıyorum. Bu konuda cahil olabilirler. Ama onları aşılamaya yönlendirecek resmi kuruluşları suçluyorum, artık görevlerini yapsınlar. En azından insanları kuduz hastalığı ve korunma yolları konusunda bilgilendirsinler. Köpeklerden insanlara geçen iki önemli hastalık vardır; Birisi kist meydana getiren Echinecoccus tenyaları, ikincisi ise kuduz hastalığıdır. İkisinde de köpekler suçlu değildir. Kendi istekleri olmadan bu hastalıkları taşırlar. Onlar bu hastalıklardan korunmak için bir şey yapamazlar. Onlar aciz yaratıklar. Ama biz insanlar, bilgimiz, bilincimiz, eğitimimiz, aklımız, maddi imkanlarımız ve vicdanımız ile insanların sağlığı ve bu dünya da birlikte yaşadığımız köpekler dahil tüm hayvanlar ve çevremiz için doğru kararları verme sorumluluğundayız.
Kuduz hastalığı ile mücadele, hiçbir suçu olmayan köpekleri öldürmek değildir.
Kuduz hastalığı ile mücadele kurulmuş eşi benzeri görülmemiş güzellikte bir evcil hayvanat bahçesini göstermelik bir köpek barınağına dönüştürüp, orda hayvanların ölmesini beklemek değildir.
Kuduz hastalığı ile mücadele hayvan barınaklarına pitbull'ları doldurup sokak köpeklerini onlara parçalatmak değildir.
Kuduz hastalığı ile mücadele, sokaklarda gece yarısından sonra, motorsikletle elde tüfek gezip köpekçiklerin tüm vücudunu mermilerle doldurmak değildir.
Kuduz hastalığı ile mücadele, çocukların köpeklere karşı olan sevgisini engellemek, onları korkutmak değildir.
Çocuklar ve hayvanlar
Hemen her yazımda çocuklarla hayvanların dostluğuna değiniyorum. Çünkü benim için çocuklar da hayvanlar da çok önemli ve onlardan daha önemli olan da onların inanılmaz ve eşi benzeri olmayan dostluklarıdır.
Aileler çeşitli yaşlardaki çocuklarının evde hayvan besleme isteği ile karşılaşıyorlar. Bazı ailelerde zaten annenin ve babanın da isteği çocuklarla aynı oluyor ve kedi, köpek veya kuş , bir hayvanı evlerine alıp birlikte yaşamaya başlıyorlar.
Çocuklar çok çeşitli hayvanlara gönül verebiliyorlar. Ama eve hangi hayvanın alınması konusuna gelince karar vermede daha çok anne ve babalar etkin oluyorlar. Tabi ki bu kararı verirken çocuklarının isteklerini göz önüne alıyorlar. Ama çocuklar çoğu zaman fazla ayrıntıya girmeden sadece istiyorlar. Öyle olunca, bir hayvan almanın sorumluğu ve güçlüklerini değerlendirmek yine ebeveynlere düşüyor.
****
Eve bir hayvan almak sadece zorluk ve sorumluluk da değildir. Unutmayın onlar birer canlı ve evimize bir çok yeni sorumlulukla birlikte kendilerine has güzelliklerini de getirecekler. Bize dostluk, eğlence, mutluluk ve bazen de huzuru verecekler.
Ben her zaman hayvanların onlara verdiğimizin kat kat üstünü bize ve özellikle çocuklarımıza manevi olarak verdiklerine inanıyor ve gözlemliyorum.
Ev de bir köpek veya kediyle birlikte büyüyen çocuklar, paylaşımı, sorumluluk duygusunu, sevgiyi, oyun mutluluğunu başka hiçbir yerden öğrenemedikleri kadar kolay, doğal ve zevkli öğrenirler. Hani ünlü bir söz vardır ; ''Hayvanları seven, insanları da sever ''diye. Aynı bu sözde de vurgulandığı gibi çocukların kişiliğindeki iyi yönlerin gün ışığına çıkması ve canlıyı tanıma, insan dahil tüm canlılarla daha sağlıklı ve olumlu ilişkiler kurma konusunda hayvanlarla birlikte yaşamak çok önemli etkilere sahiptir.
****
Anne ve babalar çocukları için eve bir hayvan almaya karar verdiklerinde bu sefer de hangi hayvan veya hangi ırk sorusunun cevabını bulmak zorunda kalırlar. Bir köpek almaya karar verildiğinde ; Nasıl bir köpek? sorusu ortaya çıkar ; Bakabilecekleri ortama ve ailenin yapısına, çocuklarının yaşlarına göre değişik ırklarda köpekleri düşünebilirler. Tabi ki bir apartman dairesinde bir Saint Bernard beslenemez, Veya Yaramaz ve hareketli bir çocuğa, küçük ve pasif bir yavru alınamaz.
Bazen aileler köpek veya kedinin sorumluluğundan korkup evdeki hayvana olan ilgiyi bir muhabbet kuşu, hamster veya Guinea pig ile gidermeye çalışırlar. Çoğu zamanda hem büyükler hem de çocuk için bu hayvanlar iyi bir geçiş sağlar. Veya devamlı bu tür küçük hayvanları beslemeye devam edebilirler.
Ben çok çeşitli hayvanla bugüne kadar yaşamımı paylaştım. Tüm hayvanları sevmeme ve beslememe rağmen yine de benim düşünceme göre ev için ve çocuk için favori hayvanlarımdan birisi kedidir. Hem bakımı çok kolaydır. Hem de zor bir arkadaş olması nedeniyle çocukların hayvanlarla ilgili yararlanımında daha fazla şey verebilir.
Bu aralar yine kedi veya köpeğe göre daha yavaş ve kolay bir hayvan dostluğu olarak Guinea Pigleri ( Kobay ) dediğimiz hayvanları tavsiye ediyorum. Bu hayvanların kısaca özelliği ; Kemirgen ailesine üye bir hayvan, bu ailedeki tüm diğer türlerin, mesela sincap, hamster veya tavşanın bazı negatif özellikleri vardır. Bunlar ; Bu hayvanların kemirgen olması, kaçma riskleri, ısırabilme ihtimalleri ve çişlerinin çok kötü kokmasıdır. Fakat bu anlattığım negatif veya kötü özelliklerin hiç birisi Guinea pig de yoktur. Yani tavşan benzeri ama kendine has bir tür olan bu hayvancıklar, kemirmez, asla ısırmaz, kapıyı açıkta unutsanız bir fare gibi kaçmaz, ve işemeleri ve dışkılamaları sonucu bulundukları yeri pisletmez ve kokutmazlar. Beslenmesi bitkisel ve çok kolay olan bu hayvanları mutfaklarda meyve ve sebzelerimizin artıkları ile besleyebiliriz. Ayrıca renkleri, zekaları ve sevecenliği ile en çok sevdiğim hayvanlardan biridir. Benden yavru alanların bu hayvanla çok iyi vakit geçirdiğini ve memnun kaldığını gördüm.
Sonuçta çocuklar dokunabilecekleri, okşayabilecekleri ve hatta bazen de gezdirebilecekleri hayvanları istiyorlar.
Hayvan ve çocuk ilişkisi konusu baya geniş bir konu daha sonra bu konuda yine düşüncelerimi anlatmaya çalışacağım. Ama sizden çocuklarınız ve onların gelecekteki kişilikleri adına bir ricam var ;
''Çocuklarınızın hayvanlara karşı sevgilerini engellemeyiniz.''
Kutlu Dayıoğlu Veteriner Hekim 30/3/2002 Koca bir kıştan sonra nihayet bahar geldi galiba ! Galiba diyorum , çünkü her an kar yağacak gibi geliyor. Karanlık, soğuk günlerden sonra, güneşli günlere kavuştuk nihayet!
Sadece biz mi!? tüm canlılar mutlulukla kucaklıyor güneşi. Bitkiler güzel çiçeklerini açmak için yarışıyorlar. Bir ağaca veya bir çiçeğe baktığınızda sanki gözünüzle görebileceğiniz bir hızla yaprak, çiçek sergileyebileceği ne varsa sanki fışkıran bir su gibi tüm dalları, toprakları yeşil, sarı, kırmızı her renge boyadıklarını görüyorsunuz.
Sadece bitkiler değil; İnsanlar, hayvanlar da çok mutlu ve neşeli bu aralar. Bahar ve güneşin sıcaklığı kendini iyi hissetme hormonlarını harekete geçiriyor. Çocuklar daha çok oyun oynamak istiyorlar, bütün gün oradan oraya neşeli bağırışları ile koşuşturup duruyorlar. Anneler bu aralar çocuklarını zaptedemiyorlar. ''Terleyip üşüteceksin! Dur koşma !'' Uyarılar, bağırışlar boşa gidiyor. Çocuklar zıplayıp koşuyorlar. Nasıl koşmasınlar bahar geldi. Hayat tekrar başlıyor adete! Tüm canlılar tüm kış boyunca bu anı beklediler.
Hayvanlar mı ? Onları anlatmak bu yazıya sığmaz ! Köpekler, kediler bütün gün insanın canını çektiren bir miskinlikle güneşte yatıp duruyorlar. Sanki hayattaki en önemli şey buymuş gibi kendilerini rahatsız eden bir arabanın üzerlerine gelmesine rağmen, kalkmamak için en miskin hallerini takınıp , duymazdan gelebiliyorlar. Ama kışın alamadıkları güneş ışınlarını iyice depoladıktan sonra, onlarda bu neşeli, enerjik karnavala katılıyor ve en hevesli havlamalarını bu günlerde yapıyorlar. Zaten her yerde neşeli sesler var ; Çocukların kahkahaları köpek havlamalarının neşesine karışıyor.
Kuşlar tam anlamıyla coştu. Erkekler en güzel şakımalarını çıkarıp kendilerine birer eş bulmak için ortalığı şen şakrak kendilerine has şarkıları ile dolduruyorlar. Eşleşenler yuva telaşında, kıpır kıpır, yuvaları için malzeme taşıyorlar, arada bir dalın üzerinde aceleleri varmış gibi çabucak çiftleşiveriyorlar. Tabi aceleleri var. Bahar geldi , ellerini çabuk tutup bu güzel günlerin keyfini çıkaracaklar. Onlar için bu olay üreme demek, yavrulamak demek, tüm çabaları bunun üzerine kurulu, içgüdülerinin tüm baskısına rağmen yine de neşeli ve güzeller!
Böcekler, karıncalar, arılar her yeri kapladı. Onlarda kıpır kıpır hayatın kendilerine verdiği rolü gerçekleştirmek için sanki büyük bir tiyatro sahnesindeki set işçileri gibi koşuşturup duruyorlar. Tırtıllar doğanın kendilerine verdiği yaprakları hırsla kemirip, kelebek olmak için acele ediyorlar. Kelebek olup uçmak varken, tırtıl olmak pek hoş olmasa gerek, o yüzden acele ediyorlar belki de!
Ya! İşte böyle doğa uyandı ve baharı kucakladı dostlar! Siz ne duruyorsunuz! Hadi koşun dağlara, kırlara! Alın çoluk-çocuk , dost-arkadaş tüm sevdiklerinizi çıkın doğaya! Koklayın havayı, çiçek toplayın demet demet, uzanın çimenlere, bakın bakalım bahar sizi bekliyor muymuş. Sizi de diğer canlıları kucakladığı gibi kucaklayacak mı ? Gidin ve görün!
Ne demişti şarkısında Barış Manço; ''Bir de püfür püfür esen bir çınar gölgesi! Kaç kula nasip olur keyfin böylesi ..''
Kutlu Dayıoğlu Veteriner Hekim 27/4/2002
Şanslı çocuk! ile Şanslı köpek!... Bir ev düşünün çevremizde bir sürü olan o kutu gibi bahçesiz apartman dairelerinden birisi... Bu evde küçük bir oğlan çocuğu, ailesi ile birlikte yaşamını sürdürüyormuş. Bu tatlı çocukta diğer bir çok çocukta olduğu gibi hayvanlara karşı saf, koşulsuz bir sevgi varmış. Bu çocuk hemen her yerde hayvanlara karşı aşırı ilgisi ve sevgisi ile dikkat çekiyor ve özellikle köpekleri çok seviyormuş.
Son zamanlarda köpekleri fazla sayıklamaya başlamış. Annesi ve babasından evde değil köpek, hiçbir hayvan beslemek için izin alamazmış. Bazen gizlice pazara gider ve harçlığı ile bir tane sarı şeker civciv almak istermiş. Ama annesi kızar diye korkarmış. Bakkaldan küçük bir kutu bulur eve onu götürüp, sanki içinde civciv varmış gibi ağzıyla civciv gibi öterek annesinin tepkisini denermiş. Annesinin içinde civciv var zannettiği boş kutuya tepkisi ile savaşır, sonunda onu olmayan civciv için ikna edermiş. Kutuyu odasına koyar ve yine fark ettirmeden gizlice evden çıkar, uçarcasına sevinçle pazara gider hayali civcivlerini gerçeğe dönüştürürmüş. Ama bunlar hep kısa süreli dostluklarmış. O küçücük civciv büyür ve göz açıp kapayana kadar piliç ve sonra da horoz oluverirmiş. Çocuk çaresiz minik civcivi ile başlayan ama kocaman kırmızı ibikli bir horoz olan dostuna veda etmek zorunda kalırmış. Tavukları olan bahçeli bir evde oturan birine verilirmiş koca horoz ve akıbeti bilinmeksizin çıkarmış çocuğun yaşamından...
Hatta bir gün çok ama çok küçükken evde bir köpeği olduğunu sayıklamaya başlamış. O zamanlar Yine bir apartmanın zemin katında oturuyorlarmış. Daha yarım yamalak konuşması ile ''Benim köpeğim var, ben onu besliyorum.' Diyormuş. Anne ve babası çocuğu ciddiye almamışlar. Ta ki bir gün çocuğun tuvalette köpeği ile konuştuğunu duyana kadar! Annesi kapıyı açıp '' kimle konuşuyorsun? Hani nerde köpek ? '' Diye sorunca tuvaletin köşesindeki bir deliği gösterip ''İşte orda!'' demiş. Ama annesi çocuğun gösterdiği yere bakınca hiçbir şey görememiş. Çocukların hayal dolu dünyası diye düşünmüş. Başka bir gün tekrar benzer bir şekilde çocuğun tuvalette konuştuğunu duyunca sessizce kapıyı açmış ve gözlerine inanamamış ; Minicik bir fare bir yandan çocuğun elinde tuttuğu bir ekmek parçasını korkusuzca kemirirken, bir yandan da sanki onun dediklerini anlarmış gibi minik kulaklarını kaldırıp, burnunu titreterek çocuğun gözlerine bakıyormuş. Çocuk ona ''Sevgili köpeğim, seni çok seviyorum. Hadi yemeğini ye de büyü kocaman ol! '' diyormuş. Anne ilk şokunu atlattıktan sonra fareyi yine fare olarak görmüş ve farkında olmadan bir çığlık koy vermiş ağzından...Fare de o anda dost çocuğun dışında aynı yerde ona düşman bir insanın olduğunu fark edip deliğin içinde kayboluvermiş. Baba koşarak gelmiş, sabırla beklemiş ve farecik tekrar dışarıya çıktığında, deliği bir gazete ile tıkayarak kaçış yolunu kapatmış. Çocuğun ''Durun o benim köpeğim! O benim arkadaşım'' Diye feryat etmesine aldırmadan kısa bir kovalamaca dan sonra fareciği bir sopa ile çocuğun gözü önünde öldürüvermiş. Çocuk o olaydan sonra gecelerce uykusunda içini çekmiş, ''Durun ' O benim arkadaşım!''diye sayıklamış...
Yıllar geçmiş çocuk hala daha bir köpek yavrusu istiyormuş. Ama annesi babası onu her defasında evde neden köpek beslenemeyeceğine dair engin bilgileri ile ikna olmak zorunda bırakıyormuş. Rüyalarında bir köpekle oynadığını görürmüş, onu okşadığını, yemek verdiğini, yıkadığını görürmüş. O kadar iyi arkadaşlarmış ki köpek onun bir dediğini ikiletmezmiş. Filmlerdeki artist köpekler gibi çocuğun tüm emirlerini yerine getirir, adeta bir kahraman gibi atıldıkları maceralarda sahibi için canını feda edecek kadar sadıkmış. Rüyalarındaki bu köpeğin bir ismi bile varmış; ŞANSLI diyormuş ona artık. Bu köpekçiği o kadar çok severmiş ki bu sevgi nedeniyle onun çok şanslı olduğunu düşündüğü için ona bu ismi takmış. Kendi ismini değiştirecek olsa o da aynı ismi alacakmış. Sevildiği için şanslı olan köpek ve yine sevildiği için şanslı olan çocuğun rüyadaki kimsenin bilmediği dostluğuymuş bu...
Bir gün gerçek hayata ve gerçek dostluğa dönüşmeyi bekleyen bir dostluk.......
Kutlu Dayıoğlu Veteriner Hekim 09/05/2002
Yaz başında hayvan severlere uyarı ve tavsiyelerim Havalar ısınmaya başladı, şu birkaç gündür artık baya yaz sıcaklarını yaşıyoruz. Sıcakların gelmesi ile beraber sevimli dostlarımız için bazı tehlikeler ve sorunlar başlıyor. Hayvan dostlarımızın yaşadığı ortamlara göre değişen bu sorunlarını halletmek sahiplerine düşüyor.
Köpekler, insanlar da olduğu gibi tüm vücutları ile terleyemezler, ancak vücutlarında çok küçük alanlarda çok az bir terleme kabiliyetleri vardır. Biz her ne kadar şikayetçi olsak da, sıcaklarda vücudumuzun soğuması ve sıcağa karşı mücadele etmesi için terleme insan vücudunun kullanabildiği en güzel yöntemdir. Vücudumuzun dışına çıkan suyun buharlaşması ile serinleriz. Ama köpeklerin derisinin böyle bir fonksiyonu yoktur. Onlarda çok daha ilginç bir yöntemle serinlemeye, vücut ısılarını düşürmeye çalışırlar. Dillerini dışarıya çıkararak, dilin üzerindeki tükürüklerini soluma ile buharlaştırırken ortaya çıkan soğuk havayı akciğerlerine çekerler ve bu şekilde serinlerler. Bu şekilde serinleyebilseler bile unutulmamalıdır ki köpekler için yaz sıcakları gerçekten büyük sıkıntı yaratır. Kangal, Saint Bernard, Husky gibi uzun tüylü ve soğuk iklim köpekleri Manisa gibi yaz sıcakları ile ünlü bir şehirde yazın gerçekten çok zorluk çekebilir. Hele bir de sahibi bu köpekleri güneşin altına bağlarsa, köpekler hastalanıp ölebilirler.
Bu ırklar ve tüm köpekler için sıcaktan korunma konusunda tavsiyelerim ; Kesinlikle güneşin, özellikle öğle güneşinin altında bırakılmaması, barınaklarının olabildiğince gölge ve serin olması, hatta barınaklarında kulübelerinin altına beton yapılıp bu betonunda altına sağlam mağara benzeri gerektiğinde sizinde girebileceğiniz genişlik ve sağlamlıkta serin bir kovuk yapılması, sularının daima taze ve bol verilmesi, yiyeceklerinin yağlı, salçalı, baharatlı, sakatatlı, ağır olmaması, gerekirse tıraş edilerek uzun tüylerinden kurtarılması, arabalarda kısa süreli bile olsa asla bırakılmaması, güneş çarpması veya ısı çarpmasına uğradığından şüphelenilen köpeklerin hemen gölge bir yere alınarak öncelikle başı olmak üzere tüm vücudunun soğuk su ile ıslatılması ve birkaç dakika içinde kendine gelemeyen köpeklerin hemen Veteriner Hekiminize ulaştırılması veya Hekimin çağırılması gerekir. Köpekler aşı oldukları günler dışındaki günlerde çok sıcaklarda suyla yavaş yavaş ıslatılarak serinletilebilir.
Kediler sıcaktan köpekler kadar fazla etkilenmezler. Genelde bir tasma ve bir zincir ile bağlanarak insanlar tarafından bir yerde kalmaya mecbur bırakılmadıklarından kendilerine serin bir yer bulabilirler. Kedilerin serinlemesi de çok farklıdır. Vücutlarını yalayarak, tükürükleri ile ıslattıkları vücutlarından buharlaşan su yardımı ile serinlerler. O yüzden çok sıcak havalarda kedinizin vücudunu nemli bir bezle silerek onu serinletebilirsiniz.
Kuşlarımıza gelince bu mevsim en fazla güneş çarpması ve beyin kanaması sonucu ölümlerle karşılaştığımız mevsimdir. Kuşunuzu açık havaya çıkarmanız , balkonda veya bahçede güneşlendirmeniz onun için çok yararlıdır. Ama yaz aylarında kuşunuzu asla direk güneş ışığı altında bırakmayınız. Sabah veya akşamları sizde yanında oturmak koşulu ile onları yarım saatten az olmamak koşulu ile gün ışığına çıkarabilirsiniz. Dikkat edin gün ışığı diyorum özellikle, bu sıcaklarda direk güneş ışığına çıkarmaya gerek yoktur. Gündüz ışığı da camdan geçmemesi şartıyla onun için gerekli olan ışığı sağlar. Biliyorsunuz hayvanlar için gün ışığı D vitaminin deri üzerinde sentezlenmesine yardımcı bir koşuldur. Gün ışığı görmeyen bir hayvan asla sağlıklı olamaz. Gün ışığı su ve yiyecekle aynı oranda önemlidir.
Yaz ayları ile ilgili tüm hayvanlar ama özellikle köpekler için önemli bir uyarım kene ve pire gibi dış parazitlerin aşırı ürediği ve yayıldığı bir dönem olduğunun unutulmamasıdır. Köpek ve kedi sahiplerinden hayvanları adına ricam ; Hayvanlarınızın üzerinde bu parazitleri görmeden önce önlem almanızdır. Çünkü çoğu zaman paraziti gördüğünüz zaman çok geç kalmış olabilirsiniz . Belki ilaçlarla bu parazitleri o anda temizleyebilirsiniz ama diğer hayvanlardan geçen bir çok kan paraziti, bu kenelerin kan emmesi sırasında tükürükleri ile sizin hayvanınıza bulaşmış olur ve hem hayvanınızın sağlığını hem de sizin sağlığınızı tehdit altında bırakır. Örneğin geçen sene tek tük başlayan ve bu sene ciddi bir şekilde kene sarmış bir çok köpekte gördüğümüz yeni bir kene hastalığı ile mücadele veriyoruz. Bu hastalık köpekleri ölümle tehdit ediyor. Sizden ricam hayvanınızın üzerinde bu parazitleri görmenizi beklemeden Veteriner Hekiminize danışmanız ve uygun ilaç ve koruma yöntemleri ile hayvanınızın parazitle bulaşmasını ve dolayısıyla parazitlerden geçen öldürücü hastalıklarla da hasta olmasını engellemenizdir.
Umarım yazdıklarım sizlere ve hayvan dostlarınıza yaralı olur. Unutmayın onlar aynı çocuklar gibi bizim sorumluluğumuz altında, onların şartlarını uygun bir şekilde ayarlamak bizim vicdani sorumluğumuzdur.
Kutlu Dayıoğlu Veteriner Hekim 08/06/2002
EKOLOJİ VE TEŞEBBÜS: YABANİ HAYATIN
ÖZEL KESİMCE YÖNETİMİNE DOĞRU(*)
Yazan: John Baden and Tom Blood
Çeviren: Prof. Dr. İsmail AKTÜRK

Çevre kalitesine ve çevre güzelliklerine olan talep büyüyor ve büyümeye devam edecek. Politik iktisatçılar bu hareketi beklemekte; çevre korumacılar bunu alkışlamaktadırlar.
İçimizden 1960' ların büyük ekolojik uyanışının zarif katılımcıları, birinci Dünya Gününü Amerika tarihinde bir dönüm noktası olarak görürler. Açıkçası, çevresel değerlerin takdiri bir yukarı (superior) maldır; yani, çevre kalitesine olan talep, gelir ve servetteki artışlardan çok daha hızlı artmaktadır. Bu yüzden, çevre kalitesine olan talep, lüks gıdalara, dış seyahata ve paraya olan talebe benzemektedir. Artan merkezi planlama ve sosyalizme doğru meyletme bizim iktisadi gidişimizi tersine çevirmedikçe, daha yüksek çevre kalitesinin tercih edilmesi yönündeki bu kayma (değişim) sürekli olacağa benzemektedir. Bu temel olgunun anlaşılmasındaki başarısızlık, James Watt' ı İçişleri Sekreteri (Bakanı) olarak kısa meslek hayatı boyunca sıkıntıya sokmuştur.
Yeni bir çevre hareketi gerçekten de ortaya çıkıyor. Bu hareket çevre korumacıların, mali muhafazakarların ve bireysel özgürlük ve sorumluluğa büyük değer veren kişilerin bir koalisyonuna dayalıdır. Yeni Kaynak İktisadı perspektifinden bilim çevrelerinde yüksek entellektüel yer tutan paradigma -ondokuzuncu yüzyılın sonu ile yirminci yüzyılın başlarındaki ilerleme çağı- reform yönünde soylu, fakat hayli safça ve son derece yetersiz bir çabaydı. Bu çaba merkezi planlamaya ve "bireysel yönetim" e dayanmaktaydı. Buna karşılık, "serbest piyasa çevreciliği" olarak bilinen çevre koruma hareketi, özel mülkiyet haklarına, içten rıza kuralına ve piyasa sürecine dayalıdır. Bu paradigma hükümetin birincil fonksiyonu, mülkiyet haklarını tanımlamak ve korumak, anlaşmazlıkların hükme bağlanması için bir kanunlar ve mahkemeler sistemini sağlamak ve yalnızca (hava ve su kirliliği, göçmen yabani hayvanlar ve diğer gezici kaynakların yönetimi gibi) piyasanın halen işleyemediği alanlarla ilgilenip, bunun dışındaki konularda tarafsız bir hakem olarak hizmet etmektir.
A.B.D. İlerleme Çağı ile başlayarak, kamu mülkiyeti yönetimi ve/veya kaynakların kontrolü ile ilgili bir dizi uygulamayı yürütmüştür. Şu anda artık yüzyıllık veriler mevcuttur - sonuç açık, zorlayıcı ve reddedilemez durum-dadır. Çok basit bir ifadeyle, büyük önem taşıyan sonuç şudur: Bürokrasiler, bürokratların yararına işlemektedir. Bürokratik müteşebbisler, özel çıkar grupları ve seçilmiş resmi görevliler, bu çıkar üçlüsünü yararlandırmaya yönelik bir demir üçgeni oluştururlar. Bunun dolaysız bir sonucu, kötüye kullanılmış bir çevre ve haksızlığa uğramış vergi ödeyicilerdir.
Ekolojik olarak ters ve ekonomik olarak etkinlikten uzak olan bu sistemin bir sonucu olarak Amerikalılar, ödemek zorunda kaldıkları vergilerle, kendi çevrelerinin yıkıma uğratılmasını sübvanse etmektedirler. Yoksulluğu tercih eden bir mazohist, St. Francis' in hedeflerine karşı çıkan münzeviler ve sosyalist/faşist ideallere doğru ilerlemede ekolojiyi bir basamak olarak kullananlar ancak, şu andaki sistemi destekleyebilir. Orman Hizmetinin açık kereste satışları, Silahlı Kuvvetlerin ve Toprak Islah Bürosunun çevresel açıdan tahripkar ve ekonomik açıdan etkinlikten uzak olan su bentleri, Arazi Yönetim Bürosunun aşırı derecedeki meralaştırmaları, yabani canlı yetişen yerlerin federal hükümetçe sübvanse edilen tahribatı ve tarım Bakanlığıyla İçişleri Bakanlığının çeşitli tasarrufları, bir reform çağrısı korosunu oluşturan kısa bir ayin gibidir.
Politika analizinin basitçe ifade edilen ilk kuralı şudur: Bütün iyi şeyler birlikte yürümez. İkincisi, daha büyük bir yapıcı değere sahiptir: Kararlar bilgi ve uyarıcılara (müşevvikler) dayalı olarak oluşturulur. Bu kural, hali hazırdaki çevre sorunlarımızı analiz etmede ve mali sorumluluk, çevre-koruma ve bireysel özgürlükle uyumlu yapıcı reformları şekillendirmede bir anahtar sağlar.
Federal hükümetin kaynak idaresi dairesindeki memurların büyük çoğunluğu zeki, iyi eğitimli ve kendini işine adamış kişilerdir. Kuvvetle vurgulamak gerekir ki sorun, bir kötü insanlar sorunu değil, daha çok, sistematik olarak kötü bilgi ve ters uyarıcılar üreten kuruluşlar sorunudur. Bu sorunlar sosyalleştirilmiş/kollektifleştirilmiş örgütlerin ayrılmaz parçalarıdır.
Sorunun bir kötü insanlar sorunu olmadığı veri kabul edildiğinde, kötü insanların yerine iyilerinin geçirilmesini öneren mükemmelleştirme konseyi hayli safça bir çaredir. Bundan daha çok, ekolojik ve ekonomik düşüncelere duyarlı yapıcı bir reform, kararların gerçekte bilgi ve uyarıcı temelinde verildiği biçimindeki temel gerçeği kabul etmelidir. Beşeri örgütlenmelerle ilgili bir kaç bin yıllık kayıtlı deneyimimizde, şu gerçek göze çarpmaktadır: Ulusal düzeyde, diğer hiç bir örgütlenme biçimi kaynakları etkinlikle koordine etme ve koruma açısından, özel mülkiyet hakları ve piyasa süreci örgütlenme biçiminin mükemmelliğine yaklaşmamaktadır. Bu sistem Adam Smith tarafından belagatla tasvir edilmiş ve A.B.D. Anayasası hazırlanırken atalarımız tarafından da kabul görmüştür.
Yeni bir çevre koruma hareketinin, serbest piyasa çevreciliğinin gelişimine şahit oluyoruz. Bu hareketin entellektüel temelleri, kamusal kötü yönetimin sergilediği ekonomik etkinlikten uzaklıkla birlikte çevresel vahşetlerin sicilinden çok daha güvenilir hale gelmektedir. Özel mülkiyet hakları ve piyasa sürecine dayalı alternatif çevre koruma paradigması, çevre korumacılara, mali muhafazakarlara ve bireysel özgürlük ve sorumluluk konusundaki geleneksel Amerikan değerlerini destekleyenlere daha da çekici bir durum kazanmaktadır.
Yeni Kaynak İktisadınca çözümü beklenen sorunlar arasında, yabani varlıkların özel kesimce yönetimi ve hayvan-bitki yetişen doğal alanların sağlanması, genellikle en güç olanı şeklinde algılanmaktadır. Ancak, hem teori hem de veriler, yeni çevre koruma hareketinin özel mülkiyet haklarına, içten rıza kuralına ve piyasa sürecine dayalı hareketin üstünlüğünü kuvvetle desteklemektedir. Bu sorunun kısa bir görüntüsü aşağıda sunulmaktadır.
YABANİ DOĞAL KAYNAKLARIN ÖZEL KESİMCE YÖNETİMİ
Halk şikayet eder, meclisten av hayvanlarına ilişkin kanunlar geçer ve geçtikten sonra kimse bu kanunlara ilgi göstermez. Neden? Çünkü biz yabani hayvanları, onların bol insanların kıt olduğu dönemlerdeki atalarımızın düşündükleri gibi düşünmekte ısrar ederiz. Yani bir toprakta, ilk yerleşenler sadece özgürlüğe değil, bazı konularda lisansa; toprağın herhangi bir yerini işleme, herhangi bir yerde ağaç kesme, av hayvanlarına istediği yerde ateş edip tuzak kurma ve herhangi bir yerde ve herhangi bir usulle balık avlama ruhsatına, tam olarak sahip olabilirler. Bu tür şeyler o zaman fazlasıyla boldur. Ancak, nüfus arttıkça toprak ve ağaçlar mülkiyet haline gelir… Bu, medeniyetin ileriye gitmesidir.
Ülkedeki çiftliklerde ve büyük hayvan çiftliklerinde, yabani hayvanlar ve onların yer gereksinimleri, mahsul ve ehli hayvanlarınkine uymaz. Batı eyaletlerinde büyük su hayvanları, eyalet ve federal hükümet otlama alanlarıyla özel çiftlik ve büyük hayvan çiftlikleri boyunca uzanan (gezinen) gezici bir kaynaktır. Vadi zeminleri ve hafif bayırlar genellikle özel kesimin mülkiyetinde iken, gerek eyalet gerekse federal hükümet arazileri daha yüksek rakımlı yerlerdedir. Genelde geyikler ve Kanada geyikleri yazlarını yüksek yerlerde, kışlarını ise düşük rakımlı özel arazilerde geçirirler. Dahası, gebeliğin sonlarıyla süt vermenin başlarındaki beslenme ihtiyaçlarının çok yüksek oluşu nedeniyle, yabani hayvanlar için alçak meyilli yerlerdeki ilkbahar çimenleri özellikle önemlidir. Bu yüzden, bir çok bölgede, yabani av hayvanlarının hayatını sürdürmesi açısından özel araziler büyük önem taşımaktadır. Gerçekten de, yabani hayvanların yaşadığı yerlerden ekonomik olarak gelişmeye uygun olanlarının %85' inin, avlanan yabani hayvanların da %80' inin özel kesim topraklarında bulunduğu tahmin edilmektedir.
Bu çelişkinin nedeni oldukça basit bir biçimde ifade edilebilir. Toprakların çoğu özel bireyler ve birliklerin mülkiyetinde iken, buralardaki yabani hayvanlar devletin mülkiyetindedir. Halen, ulusal avcılık harcamalarının %4' ten daha azı özel toprak sahiplerine/yöneticilerine gitmektedir. Bu yüzden mevcut kurumsal düzenlemeler altında, yabani hayvanlar genellikle toprak sahipleri tarafından üretilen bir pozitif dışsallık durumundadır. Colorado' da yapılan son bir araştırmanın, belgesi incelenen özel arazinin % 67' sinin serbest avcılığa karşı kapalı tutulduğunu göstermesi şaşırtıcı değildir.
Bu yazıda, müteşebbislikle yenilikçi mukavelelerin, yabani hayvanlar, sporcular ve toprak sahiplerinin yararına nasıl kullanılabileceğini göstereceğiz. Bu problemlere mülkiyet hakları iktisadına ağırlık veren bir perspektiften bakarak ulaştığımız sonuç, daha üretken, etkin ve ekolojik açıdan daha sağlam çözümleri bulma açısından, mevcut düzenlemelerin ötesine gidilebileceği yönündedir.
İki yüzyıl önce hükümet avcılar üzerine hiç bir kısıtlama koymamıştır; çoğu yabani hayvan negatif bir değere sahiptir. Bugün bir çok kimse, yabani av hayvanlarının, onların tümünü yok edici şekilde davranan avcılara, tuzakçılara ve arazi ıslahçılarına karşı korunmasında federal hükümetin aktif bir rol alması gerektiğine inanmaktadır.
Yabani av hayvanları nüfusunun dinamik güçlere bağlı olduğunu ve çevrelerine sürekli uyum sağlayarak nesiller boyunca gelişim gösterdiğini hatırlamak önem taşımaktadır. Beşeri örgütlenme türleri de benzer baskılara konu olup, davranış ve kurumlar; değişen nispi katkılar ve fırsatlar karşısında değişmektedir. Tüm iyi şeyler bir arada yürümeyeceği için, yabani hayvanlarla beşeri davranış arasında genellikle bir zıtlığın ve rekabetin bulunması da şaşırtıcı değildir.
Baskılar artarken ve toprak kullanımı yoğunlaşırken dahi, hem insanların hem de yabani hayvanların refahını geliştirmek mümkündür. Mevcut kurumsal düzenlemeler altında doğan zıtlıkların örnekleri sunularak, bunların ekolojik ve ekonomik açılardan sağlam çözümlerinin her zaman mevcut olduğu gösterilmeye çalışılacaktır.
EKOLOJİ, İKTİSAT BİLİMİ VE KURUMSAL EVRİM
Bir çok yabani hayvan türlerinin korunması açısından devlet düzenlemelerinin yararlılığı konusunda tereddüt pek yoktur. Nispi kıtlıklar, malların tükenme ve ortak havuz oluşturma özelliği ve mevcut teknolojiler veri iken, bu tür hareketler uygundur. Ancak, bütün bu özellikler değişim içinde olduğundan, yeni kurumlar gelişmektedir. Bu evrim sürecinin ileriye götürülmesine yardımcı olmamız ümit edilir.
Amerika' nın bir çok bölgesinde yabani hayvan yönetimiyle ilgili bir sorun, mevcut yaşam yerlerine göre bu hayvanların aşırı derecede fazla oluşudur. Diğer bir sorun, özel toprak sahiplerinin, yararlarını genellikle ele geçirememesine karşılık, devlete ait yabani hayvanların yol açtığı maliyetlere konu olmasıdır. Bu durum, yabani av hayvanlarının değerinin bulunmaması ya da azlığından değil, mevcut kurumsal düzenlemelerin yabani hayvanların değerlendirilmesini kanun dışı yapması veya güçleştirmesinden kaynaklanmaktadır.
Çoğu kimse yabani av hayvanlarının (ikamet edenlerden alınan küçük bir lisans ücreti dışında) serbest bir mal olduğuna inanmaktaysa da, aslında bu işte üretim her zaman maliyetsiz değildir. Sığır ve kanada geyiği aynı otlar için yarışır, karaca ve geyik koyunlarla rekabet halindedir. Bu hayvanların her birinin beslenme yelpazesi belli ölçülerde birbiriyle geçişim gösterir. Bu yüzden, yabani ve ehli hayvanlar arasında bir trade-off bulunmaktadır. Tahammül kapasitesi ile ilgili (yani, marjda) bir sıralama yapıldığında, bir Kanada geyiğini beslemenin fırsat maliyeti bir ineği besleme maliyetinin 0,8' idir ve her bir geyik ya da karaca bir koyunu saf dışı bırakır. Bir koyun 35-55 dolar değerindedir, fakat çoğu avcı bir geyik için bir kaç yüz dolar - erkek av geyiği için daha da çok - ödemek zorundadır. Elbette, yabani ve ehli hayvanların birlikte üretimde etkinliği arttırma imkanları mevcut bulunmak-tadır.
Mevcut kurumsal düzenlemeler, daha yüksek değerli ürün bileşimlerinin üretilmesine yönelik hareketleri engellemektedir. Yabani hayvanlara devlet sahip olduğunda, çiftlik sahipleri, yabani ve ehli hayvanların beslenmesi için topraklarının optimum yarar sağlayacak şekilde nadiren yönetebilmektedir. Çoğu durumda çiftçiler ve çiftlik sahipleri maliyetle - devlete ait yabani hayvan yönetimi uygulamasının getirdiği negatif dışsallıklarla - yüz yüze olmakla birlikte, bunun yararlarını ellerine geçiremezler. Bu yüzden, Demsetz, Anderson ve Hill' le uyumlu olarak biz de, daha etkin kurumların oluşmasına yol açacak yenilikçi mukavele düzenlemelerinin geliştirilmesini beklemekteyiz
İster avcılarla bahçe sahipleri arasında, ister fener kulesi operatörleri ile gemiciler arasında, isterse de sporcularla arazi sahipleri arasında yapılsın, bu tür mukaveleler bireylere, özel ve sosyal marjinal maliyet ve faydaları eşitleme imkanını verecektir. Aşağıdaki örneklerin göstereceği gibi, bu mukaveleler, kaynakların korunmasıyla ilgili olanlar dahil etkinliği arttıracaklardır.
Aşağıdaki özellikleri taşıdıklarından dolayı fener kuleleri, uzun yıllar kamusal malın klasik örneği olarak kullanılmışlardır. Birincisi, fener kulesi bir kez kurulduktan sonra, bir gemiye de bin gemiye de hizmet sağlamanın maliyeti aynıdır - yani, ilave bir gemiye fener kulesi hizmetleri sunmanın marjinal maliyeti sıfırdır. İkincisi, hizmet dışı bırakmak fiilen imkansızdır. Bir geminin kulenin ışığından yararlanmasını engellemek, aşırı derecede güç ve çok maliyetlidir.
Kamusal mal özellikleri dolayısıyla, fener kulesi yapımı ve işletilmesi gemilere bir hizmet olarak tipik bir biçimde vergilerle finanse edilmiştir. Bununla birlikte, İngiliz Adalarında fener kuleleri özel kesimce yapılıp işletilmektedir. Limandan limana seyirleri sırasında bu fenerler tarafından korunan gemilerin bir geçiş ücreti ödemeleri gerekeceğinden, mukaveleler yapılabilir.
Bu sistemden sağlanacak yararlar açıktır. Yalnızca, önceden toplum tarafından üstlenilen maliyetler gümrük memurlarının maaşları dışında şimdi artık bu hizmetlerden yararlananlar tarafından ödenmekle kalmamakta; fakat aynı zamanda, fener kulesi müteşebbisleri, artan kazanç fırsatlarını hem kendileri hem de seferdeki gemiler için arttırmak isteyeceklerinden kule hizmetlerinin iyiye gitmesi imkan dahiline girmektedir.
Benzer mukavele düzenlemeleri arıcılarla bahçe sahipleri arasında da geliştirilmiştir. Bir bahçe sahibinin, bir kovan bakıcısının arılarının, bahçe-sindeki çiçeklerden nektar toplamasını önlemesi pratik nedenlerle imkansızdır. Buna karşılık bir arıcı da, tüm bahçeyi karşı-polenlemeye (cross-pollination) tabi tutmaksızın arılarının nektar toplamasını engelleyemez. Bu iki pozitif dışsallık bir arada düşünülüp polenleme ile nektar toplamanın marjinal maliyetleri toplandığında, bir piyasa talep ve arz eğrisi ortaya çıkar. Bu bilgiyle, optimum kovan miktarı ve fiyatı teorik olarak türetilebilir.
Az sayıda arıcı ve bahçe sahibi iktisatçı olmakla birlikte, nektar toplama ve polenlemenin ortaya çıkmasını sağlayacak şekilde bahçede dikkatle seçilmiş sayıda kovanın stratejik bir biçimde yerleştirilmesini mümkün kılan karmaşık mukavele düzenlemeleri geliştirilmiştir. Kiralar para ile ya da balla ödenmektedir. En önemlisi, mülkiyet hakları tesis edilmekte ve daha fazla bal ve meyve üretilirken beşeri refah da artmaktadır. Böylece yenilikçi mukaveleler, üretim olanakları sınırını kuzeydoğu istikametinde genişleyen bir yola itebilmektedir.
Bu tür mukavelelerin yabani hayvan yönetimi alanında gelişebilmesi için kurumsal değişikliklerin yapılması gereklidir. Yabani hayvan üretim olanakları sınırını sağa doğru kaydırma yolunda fırsatların var olduğuna inanmak için hem teorik hem ampirik nedenler vardır. Yabani hayvanların mülkiyet haklarının devlet ya da federal hükümetlerden toprak sahiplerine transferinin belli türler için çok önemli iyileşmeler sağlaması beklenmektedir. Bizim iddiamız, tüm düzenlemelerle etkinliğin artacağı ve bu düzenlemelerden yabani hayvanların ve onların yaşadıkları çevrenin yararlanacağı yolundadır.
Kuşkusuz bu tür bir düzenlemenin uygun olmayacağı durumlar vardır. Suda yaşayan su hayvanları gibi gezici yabani hayvanların tek bir arazi sahibi tarafından kontrolü kesinlikle mümkün değildir. Bu türden, gerçek anlamda ortak havuz kaynakları ile ilgilenildiğinde, en azından çağa uygun mukavele düzenlemelerinin gelişmesine izin veren yeni teknolojiler gelişinceye kadar, bu alanlarda kamusal otoritenin hakimiyeti haklı görülebilir. Fakat, bir çok durumlarda, yabani hayvanlarla ilgili mülkiyet hakları kolaylıkla belirlenebilir. Sahip olunan özel topraklar geniş, bu topraklardaki hayvan hareketleri minimum, toprak parçasının doğal yapısı nisbeten açık ve sıfır kullanıcı ücretiyle avlanmaya uygun kamu arazisi miktarları çok sınırlı olduğunda bu özellikle doğrudur.
Coğrafi olarak kuzey batıdan güney doğuya ekolojik olarak çam ormanından çayırlıklara kadar değişen aşağıdaki durumlar, yabani hayvanların özel yönetiminin olabilirliğini kazandırmada yardımcı olacaktır.
KUZEY ORTA MONTANA - YARI KURAK ÇAYIRLIK
İlk örnek, kuzey-orta Montana' da birbirine komşu iki büyük hayvan çiftliğinde bulunabilir. Bunlardan biri 6.500 İngiliz dönümüx büyüklüğünde olup, bir miktar mera ve çayırlıkla birlikte, daha çok işlenmiş hububatı kapsar. Arazinin topografisi 350-400 dolayında bir geyik sürüsü için kalıp yapılabilecek alanlar sağlar. Diğer çiftlik, üretken tarım alanlarının bulunduğu yukarı kısımlardaki dağ etekleriyle birlikte, gerek işlenmeye müsait gerekse otlak durumunda toprağı kapsamak üzere, 10.000 İngiliz Dönümü büyüklüğünde bir mülktür. Bu dağ etekleri 300-350 dolayında gezici olmayan bir geyik sürüsü için mükemmel bir barınma alanıdır.
Bölgede bir celebe geyik sürülerini kendisi ve arazi sahiplerine ekonomik kazanç sağlamak için kullanma fırsatı tanınmıştı. O da, orada tanınan ayrıcalığın karşılığını ödemek isteyenlere kaliteli avcılık sağlamak için geyik sürülerinin kendilerinden üç kişi tarafından yönetilmesini önerdi. Her iki arazi sahibi de öneriyi mütalaa edip uygulanması üzerinde anlaştılar. Planlama süreci boyunca celep sivri boynuzlu karacalar, üç uçlu karacalar gibi yalnızca belli geyiklerin avlanmasına izin vermede anlaştı - avcılar yalnızca önceden belirlenen durumlarda bir av geyiğini götürebileceklerdi. Arazi sahipleri, celeple bağlantı kurmamış tüm avcıların girişini reddetmeyi kabul etti.
Tazmin planı oldukça basitti. Avcılar arazide bulundukları her bir gün için celebe ödeme yapıyorlardı. Fiyata ulaşım, yemek, yatmak, atlar ve kılavuzlar ve giriş ayrıcalıkları dahildi. Buna karşılık celep de, kendi elde ettiği ayrıcalıklar için arazi sahiplerine günlük bazda ödemede bulunuyordu. Celep ayrıca, dağlama, ot verme ve hayvanları toplama gibi işlerde ihtiyaç olduğunda yardım etmeyi de kabul etmiştir.
Avlanma programı, belli hayvan sınıflarının seçilmesiyle, dört uçlu karacaların oranının, ortalama boynuz uzunluklarının ve ortalama karaca / dişi geyik oranının arttırılmasına uygun olarak şekillendirilmiştir. İlk beş yıllık döneme ilişkin toplanan veriler bu hedeflerin gerçekleştirildiğini göstermektedir.
Bu örnek olay, yabani hayvanların pozitif değerli bir mala başarıyla dönüştürülebileceğini işaret etmektedir. Yalnızca, müteşebbis bir aracı olarak celep gelir (beş günlük bir av için 1.000.-USD) sağlamakla kalmamış; arazi sahipleri de, topraklarından götürülen her bir av karacası için 400.-USD' dan fazla bir ödemeyle tazmin edilmiştir.
Arazi sahipleri parasal olanlardan başka yararlar da sağlamışlardır. Onlar, mülklerinde bütün zamanlarda kimlerin bulunduğunu, onların orada ne kadar süre kalacaklarını ve hangi av hayvanlarının götürüleceğini bilir hale gelmişlerdir. Kapıların yönlendirilen şekilde açık ya da kapalı tutulmasını ve hiç bir ehli hayvanın öldürülmemesini sağlamak celebin sorumluluğundadır. Açıktır ki celep, hareketlerinin uzun dönemli sonuçlarına katlanmak zorunda olduğundan, av gezilerinin negatif etkilerini minimize etme motifine sahiptir. Ek olarak, arazi sahipleri mülklerinde avlanmak isteyen her hangi birine hemen verebileceği bir cevaba sahiptir: Arazi kiralanmıştır, lütfen celeple ilişki kurun.
En önemlisi, arazi sahipleri, diğer değerli varlıklarını yönettikleri kadar geyik sürülerini de pozitif anlamda yönetmeye başlamışlardır. Bir zamanlar geyiklerin önemini rasyonel bir biçimde düşük değerlendiren arazi sahipleri artık, geyik sürülerinin yönetim planlarını ve optimum avlanma prosedürlerini tartışmak için celeple düzenli olarak bir araya gelmektedirler. Geyikler artık baş belaları değil, arazi sahiplerinin gözünde, nihai stok / arazi yönetim planı yapılırken dikkate alınması gereken değerli bir kaynaktır.
ULUSLARARASI KAĞIT (IP) - GÜNEY SARI ÇAMI
Uluslararası kağıt (IP), yılda yaklaşık 5 milyar dolarlık satışı ve yedi milyon İngiliz dönümü büyüklüğündeki arazisi ile, kağıt sanayiinde bir devdir. Rekabete büyük ölçüde açık bu orman ürünü sanayii dalında IP, yoğun bir toprak yönetimi / kiralanması ve avlanma programını bulmuş ve geliştirmiştir. Zaman zaman IP, gerçekten, av hayvanlarına uygun yerleri korumak için ağaç kesme ve diğer kaynak çıkarımı faaliyetlerini askıya alır. Neden ? Çünkü, basitçesi, yabani hayvan üretiminin yönetilmesi şirket için karlı olmaktadır. Sonuç olarak kereste ve yabani hayvan birleşik ürünler haline gelmişlerdir.
IP, bir halkla ilişkiler jesti olarak 1957' de arazisini avcılık için kiraya vermeye başlamıştır. O zamanlar bölgede az sayıda geyik başıboş dolaşırdı. Küçük av hayvanı sayıları da nisbeten azdı. Bugün durum oldukça farklıdır. Geyik ve diğer av hayvanları ile av hayvanı olmayan türlerin giderek gelişen sayıları 1,65 milyon İngiliz dönümünde yayılmaktadır ki, buraları IP avcılık için kiraya vermektedir. 1982' de ortalama kira bedelleri dönüm başına tek tek avcılar için 62 cent ile av kulüpleri için 83 cent arasında değişmekteydi. Doğal çevrenin kalitesi ve böylece avcılık gelişirken, kira gelirleri de buna uygun olarak artmıştır. IP' nin gelir hesapları, avcılık için kiraya verişlerin, yatırımın getirisi açısından şirketin en iyi ürünlerinden biri haline geldiğini göstermektedir.
Sonuçta IP, av hayvanlarının ve av hayvanı olmayan türlerin üretimi için, A.B.D.' deki herhangi bir devlet kurumundan daha fazla dönüm ayırır hale gelmiştir. Bununla birlikte, 1982 sonlarındaki bir üst yönetim değişikliğinden itibaren, IP' nin yabani hayvan programı hakkında bilgi sağlanması son derece güçleşmiştir. Halen geçerli olan politika, kira programı veya yabani hayvan geliştirme programı konusunda bilgi yayılmasını yasaklamayı içermektedir. IP açıkçası, kiralama-avlanma programı yarı karlı, halkla ilişkiler açısından olumlu bir safhadan etkinliği ve araştırmalarını korumaya yönelik bir program haline gelirken, gelecekteki getirilerini korumaya çabalamaktadır.
Şirketin gizli veri kaynaklarına göre, kira programının daha ince ve ayrıntılı bir hale gelmesi öngörülmektedir. IP, sürekli olarak bilgisayar simülasyonlarını geliştirmekte ve avlanma alanı, koşulları ve gelirlerini optimize edecek şekilde fayda-maliyet analizlerini içermektedir. Programın başlamasından itibaren gelişen yönetim, kiraya verilen alanların bir kısmında av hayvanı sayılarının ikiye ve hatta üçe katlanmasına yol açmıştır.
Kiraya verilen topraklar giderek üretken hale gelirken, avcılar bitişikteki komşu arazinin durumunu, düşük av hayvanı nüfus yoğunlukları, kötü çevre yönetimi, mezbelelik oluşları ve yoldan geçen araçların verdiği rahatsızlık nedeniyle etkilemeye başlamışlardır.
ST. REGIS ŞİRKETİ - SERT AĞAÇLI ORMANLAR
St. Regis Şirketi de, avcılık için kiraya verdiği araziye bitişik kamuya açık arazilerle ilgili güçlüklerle karşılaşmıştır. Avcılar, aşırı avlanma, ruhsatsız avlanma, taşıt araçlarının verdiği rahatsızlık, çer-çöp bolluğu ve hatta bazı hallerde kundakçılık gibi durumlardan şikayet etmektedirler. Sonuç itibarıyla St. Regis, bu arazileri tedrici olarak kendi kira programlarına dahil edebilir.
ST. Regis, yabani hayvan programını 1956 yılında Doğu Teksas' ta başlatmış ve IP gibi, kereste üretimini korurken yabani hayvan nüfuslarıyla bunların yaşadıkları yerleri başarılı bir biçimde iyileştirmiştir. Yabani hayvan sayılarını arttırmak ve doğal çevrelerini iyileştirmek amacıyla şirket, kesim yerlerinin şeklini ve dağılımını değiştirmek, yaprak döken ağaçların önemli kısmını doğal çevre için terk etmek ve kesim yerleriyle anayollar arasında çalı ve kereste bölgeleri kurmak suretiyle iyileştirmeler yapmaya başlayan bir yabani hayvan bölümü oluşturmuştur. Şirket, yoğun kereste talebi bulunan dönemlerde, yabani hayvanlar uğruna bir kısım kesim işlemlerini askıya alma biçiminde bazı uzlaşmacı davranışlarda bulunmaktadır. Bunun nedeni, St. Regis yöneticilerinin yabani hayvanlar lehine bir tercihte bulunmalarından daha çok, bu yöneticilerin marjinal maliyet ve faydaları tartmalarıdır.
St. Regis şirketinin Teksas' taki kiraya verilen Çam Ağaçları bölgesinin ortasında yer alan 23.000 İngiliz dönümlük Brushy Creek alanını da, kereste üretimi, müşteri ve misafir avcılığı ve av hayvanı yönetimi deneyimi için ayırmıştır. Brushy Creek' deki orman yönetimi, sanatın gerektirdiği (state-of-art) teknolojiyi kapsamakta olup; otuz yıllık kağıtlık ağaç rotasyonları, yenilikçi kesimler, mevki hazırlama ve planlaması, çay kenare yönetim bölgelerinin korunması ve dikkatli biçimde yakma dahil, şirketin kereste ve yabani hayvan üretiminde en yeni gelişmeleri test etme zemini haline gelmiştir. Kanun dışı avlanmayı kontrol etmek için, aralıklı helikopter devriyeleri dahil güvenlik önlemleri başlatılmıştır. Brushy Creek bölgesindeki geyiklerle ona komşu kamu arazilerindekiler arasındaki karşılaştırmalı bir araştırma, Brushy Creek geyiklerinin daha büyük boynuzlu olduklarını ve Brushy Creek bölgesinin genel serbest kamu arazilerine göre daha büyük geyik nüfusunu destekleyici rol oynadığını ortaya koymaktadır.
St. Regis, yabani hayvan yönetimi ile kereste yönetim programını, kar, kaliteli bir çevre ve pozitif halkla ilişkiler üretecek şekilde, etkin bir şekilde birleştirmiştir. Başarı kolayca yayılır ve zaman içinde benzer şirket programlarının gelişmesini bekleyebiliriz.
DESERET HAYVAN ÇİFTLİĞİ - TUZ ÇÖLÜNDEN AŞAĞI ALP KÖKNARINA
Deseret Hayvan Çiftliği, Woodruff (Utah) yakınında bulunan ve kış koyun sürülerini kontrol etmek için 1891 yılında bir koyuncu tarafından temeli atılan 350.000 İngiliz dönümü alanına sahip bir teşebbüstür. Çiftlik koyun işinden ibaret olmayacak şekilde bir gelişim göstermiştir. Bugün Deseret, koyun ve sığıra ilaveten geyik ve Kanada geyiği yönetimiyle ilgilenmektedir. Deseret' in genel yönetmeni Greg Simonds, çiftliği, bir Arazi Yönetim Bürosunun, tuz çölünden Aşağı-Alp köknarına kadar uzanan altı ekolojik sistemli bir arazi mıntıkasına benzeterek tasvir etmiştir. Simonds kendisinin ortalama bir Arazi Yönetim Bürosu yöneticisinden daha iyi eğitilmiş olmadığını belirterek şunları ifade etmektedir: "Benim yönetimim altında çalışan kişilerin çoğu da iyi eğitilmiş değillerdir. Bununla birlikte, biz tamamen farklı bir uyarıcı (güdü) yığın altında çalışıyoruz ve kişiler kendi adlarına konuşabilirler."
1968 ile 1974 arasında tam çalışma statüsündeki personel %30 oranında azalmışsa da, 1978' den bu yana aşağıdaki trendler ortaya çıkmıştır; (1) Dönüm başına saman üretimi iki misliden daha fazla olmuştur. (2) Deseret sığır sürüsü 4.000' den 9.000' e çıkmıştır; ve (3) Çiftlik, Utah' ın toplam koyun çıktısının %3' ünü üretmektedir.
Bu istatistikler kesinlikle dikkat çekici olmakla birlikte, belki de daha şaşırtıcı olan gerçek, normal çiftlik hayvanı / yabani hayvan çelişkilerinin ortaya çıkmamış olmasıdır. Deseret yönetim şirketi altında bunlar, tamamlayıcı nitelikte birleşik ürünlerdir. Kanada geyiği sayısı 1978' den itibaren dört katından fazla bir artışla 350' den 1.600' e çıkmıştır. 1978 yılında ortalama bir Deseret karacası, 14 inç¢ uzunluğunda iki uçlu boynuza sahiptir. Bugün Deseret verileri, normun, 23 inçlik beş uçlu boynuza sahip bir karaca olduğunu göstermektedir. Simonds şöyle açıklamaktadır:
Pek çok kimse bu hayvan çiftliğinin bir tür büyülü kaliteye sahip olduğunu düşünür. Bilim adamları, soyut regresyonlar ve diğer formüllerle başarımızı açıklamak amacıyla arazimizle ilgili araştırma yürütmüşlerdir. Fakat biz, kamu arazileriyle aynı suya, kirliliğe ve çimenlere sahibiz. Buradaki halk, Deseret' in en yüksek ve en değerli yatırımıdır. Fark şudur ki, biz farklı uyarıcılar altında çalışıyoruz ve bu yüzden yenilik yapmak için teşvik ediliyoruz.
1970' lerin sonlarında, örneğin Deseret' te su akışı, çamurlu ve genellikle Temmuz ortasında sona eren kesikli bir yapıdaydı. Çiftlik, sığırların yeri değiştirilmeden önce yoğun bir şekilde otlatılmasını teşvik eden - doğal sürülerinde yaban öküzünün otlamasına benzer - yeni bir otlama sistemini benimsemiştir. Su alanı şimdi artık, toprak yüzeyi üzerinde süzülmekten çok, kök ağı aracılığıyla filtreden geçmektedir. Sismonds' un rapor ettiğine göre, bu uygulama başladığından beri, otların vs. yetişme yoğunluğu üç-beş kat artmıştır ve "su temizdir ve yıl boyunca akmaktadır". Çiftliğin yaşlılarından birine göre, elli yıl önce su bulunmayan yerlerde su akmaktadır. Gelişen ot ve su kalitesinden yabani hayvan kitleleri yararlan-maktadır.
Simonds, Arazi Yönetim Bürolarının yöneticilerinin daha iyi eğitimli olabileceğini, fakat onların, av hayvanlarını farklı bir uyarıcı setiyle veya daha uygun bir deyişle baskı altında, yani özel çıkar gruplarının baskıları altında yönettiklerini ifade etmektedir. Deseret' in avcı başarı oranı, geçmiş üç mevsim boyunca, bir önceki kışın yoğunluğuna göre dalgalı bir seyir izleyerek, %25 ile %90 arasında değişmiştir. Oysa kamu arazisinde avcı başarı oranı, ancak %20 - %30 arasında dolaşmaktadır.
Simonds' a göre; devletin av hayvanı yönetim kurumları giderek daha işbirliğine dayalı hale gelmekteyse de; mülkiyet hakları tanımlanırken devlet, arazi sahiplerine yabani av hayvanları üzerinde daha fazla kontrol vermelidir. Simonds şunları ifade etmektedir : " Yapabileceğimiz şeyler üzerinde sıkı kontroller bulunmaktadır. Eğer bunlar kaldırılırsa, bu durum, av hayvanı nüfusuyla ilgilenme kapasitemizi büyük ölçüde arttıracaktır. Kış sahalarını yönetme ve onları geliştirmemiz iktisadi olarak haklılık kazanacaktır. Şu anda başka birileri onları sağlıyor ve biz de bundan yararlanıyoruz."
Simonds arazi sahiplerine daha fazla kontrol ve daha fazla kesinlik sağlayan mukavele düzenlemelerini görmeyi arzulamaktadır. Şu sonuca varmaktadır Simonds: "Deseret, uygun uyarıcıların sorumlu av hayvanı yönetimine ulaştırılabileceğini kanıtlamıştır. Daha fazla kesinlik ve kontrolle, yönetim kalitesi ve düzgünlüğünü, hem sporcuların hem de yabani av hayvanlarının yararlanacağı şekilde arttırabiliriz."
SONUÇ
Arazi sahiplerinin yabani hayvanlarla ilgili mülkiyet hakkını geliştirmesinin uç noktasında bulunuyor gibiyiz. Cari kanuni doktrin, arazi sahiplerinin avcılık için bir bedel tahsil etmesine izin vermektedir. Örneğin 1984 av mevsiminde Montana hayvan çiftliklerinin bir kısmında bu bedel derecelenmiş; yani araziye giriş için günlük X dolar, giriş ve bir hayvan götürüş için X dolar + Y dolar, ve götürülen hayvan av kalitesindeyse X dolar + Y dolar + Z dolar biçiminde belirlenmiştir. Arazi sahiplerinin bu fiyat bileşenlerinden Y+Z' sini tahsil etmesine izin verilmesi halinde, canlı yabani hayvanlarda özel mülkiyet hakkını tanımaya yaklaşmış oluruz.
Genetik donanımlar veri olmak üzere yabani hayvan bir insan-yapısı kaynaktır; insan, onun yaşadığı yer (doğal çevre) üzerinde asli etkendir. Eğer yabani hayvanlar pozitif sosyal değere sahipse ve eğer arazi özel mülkiyete konu ise, o zaman, etkenliğe ulaşabilmek için, arazi sahiplerinin yabani hayvan yönetimi için uyarıcılara sahip olmaları gereklidir. Bir özel mülkiyet hakları sistemi bu amacı teşvik edecektir.
Böyle bir sistemin, yalnızca, beyaz kuyruklu geyik gibi yaşam sahası son derece sınırlı hayvanlar açısından işleyeceği öne sürülebilir. Ancak, müteşebbislerin mukavele dehalarına karşı oynamak oldukça risklidir. Doğayı, fener kuleleri, arıları ve bunları teoride birleştiren mukaveleleri gözlemleyerek çok şey öğrenilebilir.
(*) John Baden, Tom Blood; "Ecology and Enterprise: Toward The Private Managment of Wildlife Resources", in: Calvin A. Kent, (Ed.) Entrepreneurship and the Privatizing of Government, New York: Quorum Books, 1987, syf.67,79.

İnsanlığın İlerlemesi
Aristoteles insanı "siyasal bir hayvan" olarak tanımlarken onu, bilinçli bir işbirliği durumunda bulunan bir topluluğun bir üyesî olduğunu düşünüyordu. Burada insanlığı belirleyen "bilinçlilik" ve "işbirliği" zaman içinde değişen şeyler olmadığına göre, bu yönden tanımlanan insanın da, en azından özü bakımından, zaman içinde değişmediğini kabul etmek gerekiyor.
Gerçekte Aristoteles'in insanlar arasındaki eşitsizliklerin de insanlığın özünde bulunduğunu, bunların da zaman içinde değişmeyeceğini düşündüğü anlaşılıyor. Çünkü ona göre kimi toplumlar başka toplumların, özellikle de Barbarlar Yunanlıların kölesi olmak üzere yaratılmışlardı. Böylece Aristoteles, bütün hayvan ve bitki türleri gibi değişik insan türlerinin de kendi zamanında nasılsalar her zaman öyle olduklarını, gelecekte de öyle kalacaklarını düşünmüştür.
Bu görüşün temelinde bulunan "Tanrı'nın yarattığı insan" kavramı da, felsefede Aristoteles'ten kalan bir çok kavramlar gibi günümüze dek süregelmiştir. Ortaçağın belirleyici düşünce dizgesi olan ve büyük ölçüde Hıristiyanlığın etkisinde bulunan Skolastikte ile bu; Tanrı'nın yarattığı ya da özünde değişmeyen insan kavramının sürüp gitmiş olmasını doğal karşılamak gerekir. Öte yandan çağdaş felsefenin kurucusu Qlduğu kabul edilen Descartes'ta da bu konuda bir değişiklik bulunduğu söylenemez.
İnsanın ruh ve beden olarak iki aynı tözden oluştuğunu kabul eden Descartes'çı düşüncede salt insansal niteliklerin taşıyıcısı olan ruhun maddesel bir varlığı olmadığına göre onun zaman içinde, gelişmek şöyle dursun, en küçük bir değişme göstermesi bile olanaksızdır. Kant da insanın insansal niteliklerle ilgili yanının nedensellik ve doğal zorunlulıık alanının dışında kaldığını kâbul ettiğine göre onun bakımından da insanın insan olarak bir değiş- me ya da gelişme göstermesi olanaksızdır. '
Bu konuda asıl ilginç olan, Deneyci filozofların. da insanın, bilgi edinme gücü gibi, yaşamsal önemdeki bir niteliği bakımından bir gelişme göstermediğini kabul etmiş görünmeleridir. Gerçekten, bilginin şu ya da bu yoldan ideye dönüşmesiyle edinildiğini öne süren bu filozoflar da bilgi edinme gücü bakımından bütün zamanların üısanlarmm aynı düzeyde .bulunduğunu 'kabul etmiş oluyorlardı.
Böylece, Taş Devri öncesinin hayvana çok yakın olan insanıyla günümüz insanı arasında ilerleme bakımından bir ayrımın bulunmadığı türünden inanılmaz bir görüşü açık ya da örtülü biçimde öne sürmüş
Olan bir dizi felsefe öğretileri karşısında bulunduğumuzu söyleyebiliriz. Ancak buııların dışında ilerleme konusunu özel olarak ele alan filozoflar da vardır.
Sözgelimi Rönesansın hümanistleri "şimdi"ye göre çok üstün olan bir "geçmiş"e inanıyorlardı. Eski Yunan ve Roma hayranlığı şöyle bir soruya neden olabiliyordu: 17. Yüzyıl sonlarında bir yazar Yunan ve Roma'nın büyük yazarlarınınkine eşit, belki de onlardan üstün, yapıtlar verebilir mi? Bu soru hümanistlerin, çok uzun bir zaman bölümü içinde bile insanlıkta ilerleme bir yana, bir gerileme görülebileceğine inandıklarını belirtiyor.
Fransız filozofu Turgot (1727-1781) "insanlığın sonsuz değişimi ve bundan gelen yetkinleşme" durumundan söz ediyor. Fakat yetkinleşmenin tanımını vermediği gibi bunun nasıl gerçekleştiğini de göstermiyor. Turgot'nun "Tutku ve yanılgı, felâket ve dert bile insanlığın gelişmesine katkıda bulunur" ya da "Gerçekte insanın hırs ve kötülükleri, savaşların barbarlıkları, etki bakımından ne kadar kötü görünürse görünsün, genellikle insanı kötülük ve bayağılıktan kurtarır" biçimindeki görüşlerinin de gelişmenin ne olduğu konusuna bir ışık serptiği söylenemez.
Hegel'e göre insanın gelişmesi "insan" ideasının açılarak kendini daha iyi bilmesi ve bu yoldan özgürleşmesidir. Böylece, insanlığın ilerlemesini kesin bir olgu durumu olarak ilk ortaya atan filozofun Hegel olduğunu söyleyebiliriz. Ancak ilerlemeyi bir "mutlak zihin"in kendini gerçekleştirmesi olarak açıklamaya çalışan ve tarihsel maddecilerin de, değişik bir görünüş altında da olsa, olduğu biçimiyle kabul ettikleri bu görüşün tam da "Tanrı'nın yarattığı insan" kavramının sözde felsefi bir biçime sokulan bir anlatımından başka bir şey olmadığı açıktır.
Öte yandan tarihsel olayların biricikliğini kabul ederek yola çıkan Dilthey da bu olayların tarih içinde değişmeleri üzerinde durmuştur. Ancak Dilthey'a göre bu olaylar arasında bir ilerleme bağlantısı bir yana, herhangi bir bağlantıdan bile söz edilememesi gerekir. Bir olayın biricik olduğunu söylemek onunla ilgili bir şey bilmenin olanaksız olduğunu kabul etmek demektir.
Böylece, Taş Devri insanına bakışla günümüz insanındaki apaçık ilerlemeyi görebilen, görmüş olsa bile bunun inandırıcı bir açıklamasını yapabilen bir tek düşünürün ortaya çıkmamış olması gibi şaşırtıcı bir durumla karşı karşıya bulunduğumuz söylenebilir. Önce bu durumun bir açıklamasını yapmak gerekiyor. Böyle bir duruma düşülmesinin nedeninin hemen görülebileceğini sanıyorum. Gerçekten, insanın zaman içinde ilerleyip ilerlemediği konusunu ele alan düşünürlerden hiç birinin "insan"ın ve "ilerleme"nin ne ol- duğu üzerinde düşünmemiş olduğunu görüyoruz. Bu bakımdan ben konuya, önce "insan" kavramını, ardından da "ilerleme" kavramını tanımlayarak gireceğim.
İnsan, içgüdü ve koşullu tepkelerinin yönetiminde davranan hayvan karşıtı olarak, nasıl davranacağına kendisi karar veren ve bu yönüyle özgürlüğünü elde etmiş olan varlıktır. Bunun bilimsel açıdan karşı çıkılamayacak bir tanım olduğu, insanın başka özsel niteliklerinin de bulunabileceği öne sürülse bile, yalnızca böyle bir özgürlüğün insanın insan olması için yeterli ol- duğu açıktır.
Nasıl davranacağına kendisi karar veren insan nasıl davrandığında nasıl bir sonuç alacağını önceden görebiliyor demektir. İnsanın bu önceden- görme gücü iki şeyden birinin ortaya çıkışının ardından, ötekinin de ortaya çıkacağını yani iki şeyin sürekli birlikteliğini görme gücüdür ki buna `bilgi' adını veriyoruz. Buna göre insan; bilgisiyle özgürleşmekte ve bu yoldan da insanlık düzeyi bakımından yükselmektedir.
Böylece insanın, bilgisi arttığı ölçüde özgürlük ve bu yoldan da insanlık düzeyi yükselecek demektir. Bir insan için insanlık düzeyinin yükselmesinin onun ilerlemesi anlamına geldiği açıktır. Öte yandan, zaman içinde in- sanlığın deneyim ve deneylerinin sürekli olarak artmasıyla bilgisi de sürekli olarak artacağından, ilk bakışta insanlık için ilerlemenin doğal hatta kaçınılmaz bir durum olduğunu kabul etmek gerekirmiş gibi görünüyor:
Ancak bu konuda tam bir açıklığa erişebilmek için insan ve ilerleme kavramları üzerinde biraz daha durmak gerekiyor. Önce "ilerleme" kavramını ele alırsak, ilk bakışta bir değer yargısı.gibi görünen ilerlemenin gerçekte yalnızca bir durumun değişme yönünün anlatımı olduğunu görüyoruz. Öyle ki, bir hastalığın da ilerlediği söylenebilir. Yani ilerleme, kendisinden yola çıkılan durumdan daha iyi değil daha yoğun olan bir duruma doğru gitmektir.
Demek ki insanlığın ilerleyip ilerlemediğini sormak, insanlığın özsel niteliği olan özgürlüğün artıp artmadığını sormaktır. Özgürlüğün bilgi artışına koşut olarak arttığını biliyoruz. Bilgi deney ve deneyimlerle elde edildiği- ne, deney ve deneyimler de sürekli arltığırıa göre; insanların özgürlüğü ve bu yoldan da insanlığı sürekli artacak demektir. Bu da insanlığın, az ya da çok hızlı olarak sürekli ilerlediği anlamına gelir.
Ancak, insanlığın ilerleme sorununu bir çözüme bağlamış gibi görünen bu sonucun bir çok yeni sorunları da birlikte getirdiği göz ardı edilmemelidir. Önce insanlığı özgürleştiren bilginin kimin bilgisi olduğu sorusunu yanıtlamak gerekiyor. İlk bakışta her insanın kendi bilgisi ölçüsünde insanlaştığı sanılabilirse de, tek tek insanların bilgisinin kendilerini ilerletme bakımından çok yetersiz kaldığı görülebilir
Bilginin insanı özgürleştirmesi genellikle özgürlük araçları üretimine olanak sağlaması yoluyla gerçekleşir. Oysa her türlü üretim ancak bir grup insanın işbirliği ile gerçekleşir.
Bu bir grup insanın üretim sırasında yararlandıkları araç ve gereçlerle, bunların üretiminde kullanılan ve' böylece en basit doğal öğelere dek giden üretim aşamalarında, bu gün için bütün dünya insanlarının diyemesek bile, bir toplumun bütün insanlarının katkısı vardır.
Bir toplumun insanlarına istedikleri zaman istedikleri yere kolayca gidebilme özgürlüğü sağlayan bir otobüsün içinde bulunanlardan bir çoğu bu otobüsü yapmak şöyle dursun onu işletmeyi bile bilemez.'Yalnızca istedikleri yere gitmek için o otobüsten yararlanabileceklerini bilmek o yolcuların bu alandaki özgürlüğünü sağlamak için yeterlidir. Buna karşı o toplumun birçok üyeleri o otobüsün yapımına bilgileriyle katkıda bulunmuşlardır.
Böylece her toplumun, üyelerinin değişik alanlardaki bilgilerinin bileşiminden oluşan ve o toplumun değişik alanlardaki başarılarında kendini gösteren bir bilgi düzeyi vardır. Doğal olarak bir toplumun bilgisinin ürünü olan başarılar yalnızca araç ve gereç üretiminde değil, çocukların eğitim ve ö?retiminde, yasaları yapılmasında ve başta Etik ve Hukuk olmak üzere değişik alanlarda yür-ürlükte olan kurallarda da kendini gösterir.
Buna göre her toplumun, kabaca da olsa, insanlıktaki ilerleme derece- sini belirleyen bir bilgi düzeyinin bulunduğunu kabul etmek gerekiyor. Bu "toplumsal bilgi düzeyi"nin felsefede zaman zaman kimi durumları açıklamakta kullanılan "öznelerarası us"a benzediği düşünülebilir. Ancak her insanın ne zaman, nereden, nasıl ve ne ölçüde edinmiş olduğu anlaşılamayan bireysel usların gizemli bir bileşiminden oluştuğu kabul edilse bile kendisini nerede ve nasıl gösterdiği anlaşılamayan öznelerarası usun herhangi bir soruna gerçek bir çözüm getirmesinin olanaksız olduğu açıktır. Buna karşı toplumsal bilgi düzeyi toplumuz her başarısında kendini gösteren ve yine toplumun ilerleme derecesiyle ilgili hemen her şoruyu yanıtlayabilen bir toplumsal özelliktir.
Her toplumun gelişmişlik düzeyinin belirlenmesindeki tartışılmaz önemine karşın bilgi düzeyinin yine de toplumun gelişme ya da ilerleme düzeyinin tek belirleyicisi olduğu söylenemez. Kimi yanlış bilgiler bir toplumun ilgili konulardaki gelişmişlik düzeyinin yükselmesini önlemekle kalmayıp aşağıya da çekebilir. Fakat yanlış bilgiler arasında toplumun gelişmişlik düzeyini dü?ürme bakımından en etkili olanları `inanç' adı altında yerleşik bir biçim almış olanlardır.
Felsefede inançlar konusu hemen hiç işlenmediği için burada inançların nereden ve nasıl geldiği ve insanlar üzerinde nasıl olup da böylesine etkili olduğu konularında ayrıntılı açıklamalar yapabilecek durumda değiliz. Ancak özellikle bilgi düzeyi düşük olan toplumlarda ya da insanlığın bilgi düzeyinin düşük olduğu çağlarda insanları bilgiden çok inançların yönettiği söylenebilir.
İnsanlığın ilkel dönemlerinde yalnızca bitkilerle hayvanların değil doğadaki bütün nesnelerin canlı olduğuna inanılıyordu. Doğa olayları konusundaki bilgilerin yok denecek kadar az olduğu zamanlarda insanların mutluluk ya da mutsuzluklarının doğaüstü güçlerin yönetiminde gerçekleştiğine, Ayın, Güneşin ve yıldızların insanlığın yazgısını belirlediğine inanılıyordu.
Yakın tarihlere gelinceye dek özellikle insanlar arasındaki ilişkilerin bilgiden çok inançların etkisi altında gerçekleştiği söylenebilir. Öyle ki, insanların salt çıkar hesaplarına göre belirlenmiş gibi görünen davranışları gerçekte çıkarlarının öyle davranmakta olduğu inancının etkisi altında ortaya çıkıyordu.
Yine de insanlık tarihinin bu bakımdan bir ilerlemenin tarihi olduğu söylene6ilir. İnsanlığın deneyim ve deneyleri, bu yoldan da bilgisi, arttıkça hem doğa karşısındaki özgürlüğün artışıyla dolaysız yoldan hem de inançların geriletici gücünün azalmasıyla dolaylı yoldan sürekli bir ilerleme ger- çekleşmektedir. Yüz binlerce yıl boyunca ilerlemenin göze görünmeyecek kadar yavaş olmasının nedenini, başlangıç döneminde bilgi artış hızının çok yavaş olmasında aramak gerekir.
Öte yandan, insanlığın bu ilerleme sürecini Hegel'cilerin, hatta Marksistlerin düşündüğü gibi doğadaki evrensel ilerlemenin bir bölümü olarak düşünmenin doğru olmadığı da unutulmamalıdır. Evrenin dünyanın bulunduğu bölümünde gerçekleşmiş olan Kaostan Kozmosa geçişte bir ilerleme olduğu söylense bile bu, insanın bakış açısından ve "canlıların ortaya çıkmasına yönelik" bir ilerleme olabilir.
Üstelik bu türden bir ilerlemede bir amacın bulunmadığı da açıktır. Gerek ilerlemenin her aşamasındaki değişmeler gerekse insanlığın ortaya çıkışı tümüyle rastlantıların ürünüdür. İnsanlığın, deneyim ve deneylerinden sonuçlar çıkararak bilgisini artırması bir amaca yöneliktir ve bir katastrof sonunda insanlık yok olmadıkça ilerlemenin süreceğini önceden görme olanağı vardır. Oysa doğadaki, ne yoldan olursa olsun, herhangi bir ilerleme ancak gerçekleştikten sonra gözlemlenebilir.
İnsanlığın ilerleme hızıyla bilginin artış hızı arasındaki bağlantı 17. Yüzyılın başlarında Avrupa'nın batısındaki toplumlarda çarpıcı bir biçimde kendini göstermeye başlamıştır. Bu tarihte İngiltere'de R Bacon'la İtalya'da G. Galilei bilginin ne türden deney ve deneyimlerle elde edileceğiyle ilgili olarak yeni kural ve kurallar ortaya atmışlar ve uygulamayı da başlatmışlardır.
O tarihten sonra önce Avrupa'nın o bölümünde, sonra da dünyanın başka bölümlerinde öylesine büyük değişmeler görülmüştür ki bunların ortak tabanının bilgi edinme yöntemleriyle ilgili yeni buluşlar mı yoksa öteki değiş- melerden biri mi olduğu konusunda değişik görüşler ileri sürülebilir. Ancak bilimsel gelişme konusu üzerinde biraz düşünüldüğünde değişmelerin ortak tabanını görmek zor olmayacaktır.
Gerçekten 17. Yüzyılın başlarındaıı önce günümüz anlayışına uygun kurallar koyan ya da buluşlar yapan bir bilim insanı bulabilmek için İ.Ö. 200 yıllârına yani Arkhimedes'e dek geıri gitmek zorunda kalıyoruz. Oysa yalnızca Galilei'den (D. 1564) sonra geçen 100 yıllık süre içinde, gazların sıkıştırılması konusunda Mariotte (D. 1620) ve Boyle (D. 1621), genel fizik konusunda Huygens (D. 1629), yer çekimi konusunda Newton (D. 1642), buhar makineleri konusunda Deni Papen (D. 1647) gibi, insanlığın gidişini temelden değiştirecek çapta bilim insanlarının dünyaya geldiği görülüyor.
Bu olgular 17. Yüzyıl başlarmın öncesiyle sonrası arasındaki ayrımın salt bilgiyi artırma yöntemirıin o tarihte bulunmu? olmasıyla ortaya çıktığını açıkça gösteriyor. Nitekim insanlığın özgürleşmesinin de o tarihten sonra baş döndürücü bir hız kazandığını görüyoruz. Öyle ki, o tarihten önce, sözgelimi ulaştırma alanında, henüz bisikleti bile bulamamış olan insanlık 400 yıl içinde otomobil vapur ve uçaklardan sonra uzay araçlarını da geliştirerek, dünyadan başka gezegenlerde de yaşayabilme olanaklarını arama düzeyine geliniştir.
Ancak insanın doğanın tutsaklığından kurtulması ve bu yoldan özgürleşmesi konusunda bir ilerlemenin tartışma götürmez biçimde gerçekleşmekte olmasına karşın yine de insanlığın genel olarak ilerlemekte olduğunun kabulü için bunlarını yeterli olup olmadığı sorulabilir. Gerçi biz insanlığın iler- lemesini doğa karşısında özgürlüğün artışı olarak tanımladığımıza göre teknolojik gelişmenin ilerleme bakımından yeterli olduğunu da söyleyebiliriz.
Yine de zulmün, yıkıcılığın ve sömürünün arttığı bir dünyada yaşıyorsak, ilerlediğimizi söylemek anlamsız olur. Öte yandan "zulmün artması" ya da "insanların mutluluğunun azalması" türünden özelliklerin belli bir ölçme biçiminin bulunmayışı yüzünden bunların aşın duygusal özellikler olduğu da bir gerçektir. Bu bakımdan, hem özgürleşme ölçütünün aşın otomatizminden hem de mutluluk ya da kıyım gibi ölçütlerin aşırı duygusallığından kurtulmanın bir yolunu bulmak gerekiyor.
Ancak önce bir noktayı açıklığa kavuşturmak gerekiyor. İnsanlığın bilgisinin deneyim ve deneyler yoluyla arttığını yukarıda belirttik. İnsanın özellikleri ve insanlararası ilişkiler konusundaki bilgiyi artıracak türden deneyim ve deneyler çok zaman olanaksızdır. Olanaklı olduğu zaman da sonuca varıl- ması çok zaman alır. Bu durumda insanın ne olduğu konusundaki bilgi artışının hız: doğal olaylar konusundaki bilgi artışının hızına bakışla çok düşüktür. Gerçekten, insansal niteliklerin ayrıntıları bir yana insanın bir evrim ürünü olduğunun öğrenebilmesinin bile yalnızca 150 yıllık bir geçmişi vardır.
İnsanlar, başka insanlardan yararlanmanın en verimli biçiminin onları sömürmekten değil, onlarla eşit koşullar altında işbirliği yapmaktan geçtiğini henüz tam olarak anlayabilmiş değillerdir. Gelişmiş toplumların politikalarına yön veren ekonomik güçlerin yerleşik inançları onların durumu görmelerini güçleştirmektedir.
Öte yandan geri kalmış toplumların yöneticileri de, bir toplumun ilerlemesinin o toplumun insanlarını baskı altında tutmaktan değil, toplumun bilgi düzeyinin yükseli?inden geçtiğini görmekten dirençle kaçınmaktadırlar.: Bu durumda gelişmiş toplumlar kendi çıkarlarının geri kalmış toplumları geliştirerek onlarla eşit koşullar altında bir işbirliğine girebilseler bile, bu düşüncelerini geri kalmış toplumlara anlatmakta büyük güçlüklerle karşılaşacakları anlaşılıyor.
Bu durumda insanlar arası ili?kiler konusunda bilgiye dayanan gelişmelerin teknolojik gelişmeye bağlı olarak özgürlük artışı biçimindeki gelişmeye bakışla çok yavaş ilerlediğinin unutulmaması gerekir. Yine de bu konularda ivedi bir karara varmadan önce , tarih boyunca insanların hangi aşamalardan geçerek bu günlere geldiği üzerinde kısaca durmakta yarar olacaktır.
Günümüzün kimi düşünürlerinin bütün zamanların en uygar toplumu olarak görmek ve göstermek istedikleri Atina Sitesi halkının çoğunluğunu köleler oluşturuyordu. Atina'nın en yakın komşusu olan Isparta sitesinde sakat ya da hastalıklı doğan çocuklar öldürülüyordu. Sağlâm yapılı çocuklar, içinde her türden hırsızlık ve ahlâksızlıkların da bulunduğu bir takım olaylarda başarılı olacak biçimde yetiştiriliyorlardı.
Bütün çağların en büyük düşünürü olarak görülen Platon en iyi devlet yapısı üzerinde düşünürken Isparta yönetimini örnek alıyordu. Yine büyük düşünür Aristoteles kimi toplumların insanlarının başka toplumların insanlarının kölesi olmak üzere yaratıldıklarını önce sürüyordu. Bu büyük düşünürlerin de hocası durumundaki Sokrates düşüncelerini~ açıkça söylediği için ölümü seçmeye zorlanmıştı. Yine Antik çağın örnek~ toplumlarından biri sayılan Roma İmparatorluğu'nda bir takım insanlar başka insanları eğlendirebilmek için yırtıcı hayvanlarla dövüşmeye zorlanıyorlardı.
Ortaçağda insanlar, düşünceleri yüzünden ya.diri diri yakılıyor ya da derileri yüzülerek öldürülüyorlardı. Yakın zamanlara dek, tıpkı hayvan pazarlarında hayvanların satıldığı gibi insan pazarlarında da insanlar satılıyordu. Denizlerde korsanlık doğal bir hak olarak görülüyor, özellikle açık denizlerde yolculuğa çıkmak zorunda kalan insanlar için can güvenliği söz konusu olmuyordu.
Bu gün insanlık-dışı olarak nitelediğimiz bu durumların yüz binlerce yıl süregeldikten sonra son 400 yıl içinde büyük ölçüde değişmiş olduğu yadsınamaz. Bu 400 yılı eski dönemlerden ayıran en önemli özelliğin de bu dönemde bilgi artışının baş döndürücü bir hız kazanmasında aranması gerektiğini yukarda belirtmiştik. İnsanlık tarihi bakımından çok kısa sayılabilecek bu dönemdeki gelişmelere şöyle bir bakma bilgi artışının sağlamış olduğu ve ileride sağlayabileceği ilerlemeyi görmeye yetecektir.
Günümüzün gelişmiş toplumlarından hemen hepsi demokratik yönetim biçimini kabul etmiş durumdadırlar. Yine bu toplumlarda doğuşa bağlı sınıf ayrımları tümüyle ortadan kalkmış, fırsatlardan gelen sınıf ayrımlarının da ortadan kalkınası için herkese fırsat eşitliği sağlamanın yollan aranmaktadır. İnsanlık düzeyinin din, dil, ırk ve renk ayrımlarına bağlı olarak belirlendiği görüşü düşüncelerden silinmiş, bu konulardaki inanç kalıntılarıyla savaşım sürmektedir.
Her şeyden daha önemli olan da, insanların salt insan olmaktan gelen bir takım haklarının bulunduğu düşüncesi gittikçe. güç kazanmaktadır. Gerçi bu haklan yalnızca gelişmiş toplumlar yalnızca kendi halklarından olan insanlar için istemekte, dünyadaki geri kalmış toplumların insanlarının yazgısıyla ilgilenmez görünmektedirler.-ancak bu anlamda evrensel bir uygulama- ya geçilmesinin önünde bir takım engellerin bulunduğunun da unutulmaması gerekir.
Doğal olarak uygulamadaki güçlüklerin kaynağında, büyük ölçüde, yine insan konusundaki bilginin yetersizliği gelmektedir.
______________________Vehbi HACIKADİROĞLU - Felsefe Tartışmaları Sayı-26






İMAMİYYE ŞİASI AÇISINDAN İSLAMİ İNANÇLAR

ALLAH'I TANIMA

1- Varlık ve Hakikat Açısından Dünyaya Bakış (Allah'ın Varlığının Zarureti).
2- İnsan ve Dünya Arasındaki İlişkiler Açısından Dünyaya Bakış. Allah'ın Birliği.
3- Zat ve Sıfat.
4- Allah'ın Sıfatlarının Manası.
5- Sıfatla İlgili Açıklama.
6- Fiil Sıfatlar.
7- Kaza ve Kader.
8- İnsan ve İhtiyar.
1- VARLIK VE HAKİKAT AÇISINDAN DÜNYAYA BAKIŞ (ALLAH'IN VARLIĞININ ZARURETİ)
İnsanın var olmasıyla onunla birlikte olan idrak ve şuur, ilk attığı adımda ona Allah ve yaratılanların varlığını aydınlatır. Çünkü, kendileri ve bütün her şeyin var oluşunda şüpheye düşen ve varlık dünyasını hayal ve batıl düşünce sanan kimselerin aksine biliyoruz ki, idrak ve şuurla yaratılan bir insan her şeyden önce kendisini ve dünyayı idrak eder yani kendisinin ve kendi dışındaki varlıkların varlığında tereddüt etmez. İnsan var olduğu sürece bu idrak ve ilim onunla birliktedir ve herhangi bir kuşku ve değişimi kabullenmez.
İnsanın, şüpheci ve safsatacı karşısında ispat ettiği bu gerçek varlık, sabittir, hiç bir zaman butlan ve değişimi kabul etmez. Yani gerçeği inkar eden şüpheci ve safsatacının sözü asla doğru değildir. Neticede varlık dünyası sabit bir gerçeği içermiştir.
Ama bununla birlikte gördüğümüz bu varlıkların her biri kısa yahut uzun bir süreden sonra varlığını kaybediyor ve yok oluyorlar. Böylece görülen dünya ve parçaları, gerçeğin ve varlığın özü olmadığı belki kendileri dışında sabit bir gerçeğe dayalı oldukları, onunla var oldukları, onunla bağlantıda oldukları sürece varlıklarını sürdürdükleri, ondan koptukları anda yok olmaya mahkum oldukları ortaya çıkmış olur.[1] Bizler butlanı kabullenmeyen böyle bir varlığa (Vacib-el Vücud, yani) Allah adını veriyoruz.
2- İNSAN VE DÜNYA ARASINDAKİ İLİŞKİLER AÇISINDAN DÜNYAYA BAKIŞ
Önceki bölümde Allah'ın isbatı için izlenilen yol çok açık, sade ve hiç bir zorlukla karşılaşmadan fıtratla izlenebilen bir yoldur. Ama halkın çoğu devamlı maddiyatla meşgul oldukları ve hissi lezzetlere kapıldıkları için dejenere olmamış pak fıtrata dönüşleri çok zor ve ağırdır.
Bu yüzden pak dininin genel insanlar için olduğunu tanıtan ve dini talimat karşısında hiçbir kimse hakkında fark gözetmeyen İslam dini, Allah'ın varlığını bu tip insanlara ispatlama amacıyla başka bir yol izlemiş ve insanları pak fıtratlarına teveccüh etmekten alıkoyan yoldan girip onlarla konuşmuş ve onlara Allah'ı tanıtmıştır.
Kur'an-ı Kerim, insanlara Allah'ı tanımak için çeşitli yollar sunmuştur. Bunların arasından en fazla düşüncelerini dünyanın yaratılış ve ona hakim olan kurallara çekmiş, gökyüzünde ve kendi nefislerinde mütalaa etmeye davet etmiştir. Çünkü insanoğlu bir kaç günlük yaşantısında hangi yolu seçerse seçsin ve neye dalarsa dalsın, varlık dünyası ve ona hakim olan kurallar dışına çıkamaz. Onun şuur ve idrakı, yeryüzü ve göklerdeki şaşırtıcı sahneleri seyretmekten kendisini alamaz.
Bildiğimiz gibi gözle görülen bu geniş varlık dünyasının parçalarının her biri ve bütünü sürekli olarak değişme halindedirler ve her zaman için yeni bir şekilde tecelli ederler.[2] İstisna kabul etmeyen etkenlerin tesiri altında var olurlar. Uzak gezegenlerden, dünyanın parçalarını teşkil eden en ufak zerrelere kadar, her biri istisna kabullenmeyen kurallarıyla şaşırtıcı bir şekilde uygulanan apaçık bir sistemi içerirler ve kendi etkisi sınırındaki her şeyi, en aşağı dereceden en kamil dereceye ve hedefi olan kemal doğrultusunda itmekte ve sürüklemektedir.
Özel nizamların üstünde, umumi ve genel nizamlar ve nitekim en üst düzeyde dünyanın sayısız parçalarını ve yine küçük nizamlarını birbiriyle ilintili kılan ve uygulaması süresince hiçbir zaman şaşmayan ve istisna kabullenmeyen dünya genel nizamıdır.
Örneğin, yaratılış nizamı bir insana yeryüzünün bir tarafında yer vermişse onun vücut yapısını çevresiyle uyum sağlayabilecek biçimde terkip kılmış ve yaşam çevresini de muhabbetli bir dadı gibi onu besleyecek bir şekilde düzenlemiştir. Güneş, ay, yıldızlar, toprak, su, gece ve gündüz, mevsimler, rüzgar, bulut, yağmur, yer altı ve yer üstü zenginlikler ve kısacası bütün her şey güçlerini onun rahatlığını temin etmek için sarf ederler. Biz böyle bir bağımlılığı, yaratıklar ve onun uzak ve yakın komşuları ve yaşadığı bölgede bulmaktayız.
Bu bağımlılığı varlıkların iç donatımlarında da bulmaktayız. Yaratılış eğer insana ekmek vermişse ona varabilmek için ayak, tutmak için kol, yemek için ağız ve çiğnemek için de dişler vermiştir. Ve onu zincir halkaları gibi birbiriyle ilintili bir takım şeylerle ve hedefiyle (kemal ve beka) bağlaştırmıştır.
Dünya bilim adamlarının, uzun yıllar süren araştırmalar sonucu elde ettikleri sonsuz ilintilerin, yaratılışın sırları karşısında küçük bir başlangıç noktası olduğunda ve bunun ardından sonsuz sırların var olduğunda ve her yeni bir keşfin insanoğluna sayısızca meçhulleri çıkaracağında hiç bir kuşkuları yoktur.
Acaba parçalarının her birisi kopuk halde yahut birlik ve bağımlılık halinde sahip olduğu şaşırtıcı istihkamıyla sonsuz bir kudret ve ilmi ispatlayan bu geniş varlık dünyasının yaratıcısı olmadığı ve sebepsiz var olduğu nasıl söylenebilir?
Yoksa bu büyük ve küçük, kısacası sayısız ve sağlam bağlılıklar icat etmesiyle dünyayı büyük bir bütünlük haline getiren, uygulanışında hiçbir zaman şaşırmayan ve kanunları asla istisna kabul etmeyen dünya genel düzeni acaba hesapsız ve tesadüfi olarak mı meydana gelmiş? Yahut bu varlıklar ve evrenin büyük ve küçük çevreleri, var oluşundan önce kendisine bir düzen ve yol seçmiş ve var oluşundan sonra onu takip edip uygulamakta mıdır?
Yahut ta tam bir bağlılığa ve bütünlüğe sahip olan bu evren çeşitli nedenlerden kaynaklanmış ve çeşitli düsturlarla mı hareketini sürdürmektedir?
Kuşkusuz her bir sonucu bir nedene bağlı bilen ve bazen gizli bir nedeni bulmak için zamanlar harcayan ve o konuda incelemeye ve ilmi zafer peşine koyulan, düzen ve sırayla birbirinin üzerine bırakılan bir kaç kiremiti gördüğünde muhakkak bir proje ve amacın olmasına ve bunun ilim ve kudrete dayalı olduğuna inanan bir kimse, evrenin ve bu sistemin nedensiz var oluşunu tasavvur edemez.
O halde, evren ve ona hakim olan kurallar, büyük bir yaratıcının eseridir. Onları sonsuz kudreti ve ilmiyle var etmiş ve bir hedefe doğru itmektedir. Cüzi nedenler sonucunda meydana gelen cüzi vakıalar onunla sonuçlanır ve bütün yönüyle onun emri ve tedbiri altındadırlar. Bütün her şey, varlığında O'na muhtaçtır ve O hiçbir şeye muhtaç değil ve herhangi bir neden ve şartla sınırlı değildir.
BÖLÜM SONU: ALLAH'IN BİRLİĞİ
Evrenin bütün gerçekleri sınırlıdır. Yani nedenin var olması farzına göre varlığa sahip ve nedenin olmayışı farzıyla yok olmaya mahkumdurlar. Varlık hakikatleri sınırlıdır. O sınır dışında yokturlar. Ancak Allah'tır ki O'nun için sınır ve had düşünülemez. Çünkü mutlak gerçektir ve her farza göre varlığa sahiptir ve herhangi bir şart ve nedenle sınırlı ve ona muhtaç değildir.
Nasıl ki, herhangi bir hacmi ve oylumu sınırsız farz edersek onun dışında diğer bir oylum düşünülemez, düşünülse bile birinci hacmin aynen kendisi olacaktır. Sonsuz ve sınırsız varlık hakkında da sayı ve rakam düşünülemez. Çünkü herhangi bir ikinci düşünülmek istenirse birincisinin dışında ve onunla farklı olmalıdır ve böylece her ikisi de sınırlı ve mütenahi varlık olacak ve her birisi diğerinin gerçeğine sınır ve had getirmiş olacaktır. Öyleyse Yüce Allah tektir ve ortağı yoktur. [3]
3- ALLAH'IN ZATI VE SIFATI
Bir insan hakkında akli incelemede bulunursak onun kişiliğini ortaya koyacak bir zata ve o zatı tanıtacak bir takım örneğin filanın evladı yahut oğlu olması, bilgili, güçlü, uzun ve güzel olma yahut karşıt sıfatlar gibi özelliklere haiz olduğunu görürüz.
Bu sıfatların bazıları örneğin birincisi ve ikincisi gibi, hiçbir zaman zattan ayrı düşünülemez olmalarına, bilgili ve güçlü olmak gibi diğer bazı sıfatlar da zattan ayrılır ve insanlara göre farklı olmalarına rağmen hepsi zat dışı ve her biri ötekinden farklı şeylerdir.
Zatın sıfatla ve sıfatın birbirleriyle zıt olması, sıfata sahip bulunan zatın ve zatı tanıtan sıfatların her ikisinin de sınırlı ve mütenahi olmasını kanıtlayacak en iyi delildir. Çünkü zat gayr-i mütenahi ve sınırsız olsaydı, bütün sıfatları kapsar ve sıfatlar da birbirlerini içerirlerdi. Neticede hepsi bir şey olurdu. Mesela farz edilen insanın zatı güçlülük olsaydı, güçlü olmak, bilgili olmak, uzunluk ve güzellik her birisi diğerinin aynısı olurdu ve sonuçta bu manaların hepsi bir manadan fazla olmazdı.
Buraya kadar ki açıklamalardan, Yüce Allah'ın zatı için söz konusu sıfatların ispat edilemeyeceği aydınlığa kavuştu. Çünkü sıfat, sınır getirmeksizin düşünülemez ve Allah'ın Mukaddes zatı her türlü sınırlamadan münezzehtir (hatta ettiğimiz tenzihten bile. Çünkü tenzih de gerçekte bir sıfatı ispat etmek demektir).
4- ALLAH'IN SIFATLARININ ANLAMI
Yaratılış dünyasında bir çok kemallerin sıfat şeklinde zuhur ettiğini biliyoruz. Bunlar bulundukları her şeyi daha da kamil edip var oluşsal değerini çoğaltacak olan bir takım müspet sıfatlardır. Bu konu insan gibi canlı bir varlığı, taş gibi cansız bir varlıkla mukayese ettiğimizde açıklığa kavuşur.
Kuşkusuz bütün bu kemalleri Allah-u Teâla var etmiş ve lütfüyle bizlere bağışlamıştır. Kendisinde bu sıfatlar olmasaydı, diğerine bağışlayamaz ve başkasını kemale eriştiremezdi. Bu yüzden akl-i selim gereğince yaratıcının ilim, kudret ve bütün her gerçek kemale haiz olduğunu söylemek gerekir.
Kaldı ki önceden de belirtildiği gibi ilim, kudret ve kısacası bütün hayat eserleri yaratılış düzeninde belirgin bir şekilde kendini göstermektedir.
Ancak Allah'ın zatı sınırlı ve mütenahi olmadığı için sıfat biçiminde O'na isnat edilen bu kemaller gerçekte zatının ve birbirlerinin aynısıdırlar.[4] Zatla sıfat ve sıfatların birbirleriyle olan zıtlık ve ayrılıkları ancak mefhum ve kavram merhalesindedir. Gerçekte parçalanmayacak bütünlükten başka bir şey değildir.
İslam dini izleyicilerini yakışmayan bu yanlışlıktan (Allah'ı nitelendirmek sonucu sınırlamak yahut tüm kemalleri ondan selbetmek) uzaklaştırmak için onları ispatla nefy arasında korur[5] ve onlara şöyle inanmalarını emir verir: Allah ilim sahibidir başkaları gibi değil. Kudretlidir diğerleri gibi değil. Duyar; görür, kulak ve gözle değil ve diğer sıfatlarda aynen böyledir.
5- SIFATLARLA İLGİLİ AÇIKLAMA
Sıfatlar kemal ve eksik sıfatlar olmak üzere ikiye bölünür. Önceden de belirtildiği gibi bu nitelikleri taşıyan varlığın var oluşsal değerinin ve eserlerinin çoğalmasına sebep olan ispat yönlü kavramlara kemal sıfatlar denir. Canlı, bilgili ve güçlü bir varlığı, cansız, bilgisiz ve güçsüz bir varlıkla karşılaştırdığımızda bu mana açıklığa kavuşur. Eksik sıfatlarsa kemal sıfatların tam aksidir.
Cahillik, acizlik, çirkinlik, hastalık ve benzeri eksik sıfatlara dikkat edecek olursak kavram açısından olumsuz olduklarını, kemal ve bir nevi var oluşsal değerden yoksunluğu belirttiklerini görürüz. Buna göre eksik sıfatların olmaması, kemal sıfatların var olması demektir. Örneğin cahilliğin ve güçsüzlüğün olmaması güç ve bilginin olması demektir.
Kur'an-ı Kerim'in bütün kemal sıfatları vasıtasız olarak Yüce Allah'a ispatlaması ve her türlü eksik sıfatı nefy edip, karşıt sıfatları ispatlaması da bu yüzdendir. Sözgelimi: "O'dur bilen, gücü yeten." "O diridir", "ne uyuklamaya kapılır, ne uykuya dalar", "Bilin ki siz Allah'ı aciz bir hale getiremezsiniz."
Elbette yüce Allah'ın sınırsız, hadsiz ve mutlak varlık olduğunu unutmamak gerekir. Bu yüzden Allah'a isnat edilen her türlü kemal sıfat, O'na sınır getirmez.[6] O, maddi, cismani, zaman ve mekanla sınırlı değildir. Hadis olan (sonradan yaratılan) her türlü hali sıfattan münezzehtir. O'na gerçekten isnat edilen bütün sıfatlar, sınırlılık manasından arındırılmıştır. Nasıl ki, Şura suresinin 11. ayetinde "O'na hiçbir benzer yoktur." buyuruyor.
6- FİİL SIFATLAR
Sıfatlar, ayrıca başka bir açıdan "zat sıfatlar ve fiil sıfatlar" diye ikiye bölünürler. Şöyle ki bazı nitelikler fakat nitelenmişe dayanır ve onun aracılığıyla varlığını gösterir. Örneğin hayat, ilim ve kudret gibi nitelikler diri, bilgili ve güçlü insanla varlığını korur ve insanın, diğerleri farz olunmadan bu gibi nitelikleri taşıması düşünülebilir. Ama bazı sıfatlar sadece nitelenmişe dayalı olmakla kalmayıp, zatın mezkur sıfatla nitelenmesi için diğer bir şeyin varlığını zorunlu kılar. Örneğin yazıcı ve konuşmacı olmak, istekte bulunmak ve benzeri sıfatlar. Yazıcılıkta mürekkep, kalem, kağıt vb. konuşmacılıkta işitici ve istekte bulunmakta istenilecek bir şeyin olması şarttır, bu sıfatın gerçekleşmesinde sadece insanı farz etmek, yeterli olmaz.
Bu açıklamalardan anlıyoruz ki: Allah'ın hakiki -ve zatıyla bir olan- sıfatları ancak birinci tür sıfattır. Ama sıfatların gerçekleşmesinde başka bir şeyin katkısı olduğu ve yaratıkların yaratılmasıyla Allah'a isnad edilen bütün sıfatların Allah'ın zatıyla bir ve zati sıfatlar olması söylenilemez.
Yaratılıştan sonra Allah'a isnat edilen yaratıcı, faal, rab= besleyici, dirilten, öldüren, rızık veren vb. isimler O'nun zatıyla bir olmayıp zat dışı ve fiil sıfatlardır.
Fiil sıfat, işin yapılmasından sonra zattan değil de fiilden çıkarılan ve takılan sıfatlara denir. Örneğin yaratıcı sıfatı, yaratılışın gerçekleşmesinden sonra yaratılanlardan çıkarılan ve algılanan bir sıfattır. Bu tip sıfatlar Allah'ın zatına değil de yarattıklarına dayalı olduğu için bunun gerçekleşmesiyle O'nun zatı bir halden diğer bir hale değişmez.
Şia, irade ve kelam sıfatını bu kelimelerin zahirinden anlaşılan anlamlarına göre (irade, istemek, kelam yani lafız aracılığıyla açıklama) fiil sıfatı bilir.[7] Ama Ehl-i Sünnetin büyük bir kesimi onları ilim manasına tutar ve zat sıfatı sayarlar.
7- KAZA VE KADER
Nedensellik kanunu evrende istisnasız olarak hüküm sürer ve uygulanır. Bu sistem gereğince evrende her bir varlık kendi varoluşunda bir takım nedenlere ve illetlere bağlıdır. Bu illetlerin tümü mevcut farz edilirse (buna eksiksiz ve tam illet denir) hadis ve sonucun var oluşu zorunlu ve gerekli olur. İlletlerden bazıları yahut hepsi yok farz edilirse, sonucun var olması gayr-i mümkün ve muhal olur.
Bu konunun incelenmesiyle aşağıda yer alan iki mesele açıklığa kavuşur:
1- Bir malulün (sonucun) nedenlerinin tümüyle yahut parçalarıyla olan ilintisi göz önünde bulundurulursa onun kamil illetle ilintisinin, zaruret (cebr=zorunluluk) ve parçalarıyla eksik illetle olan ilişkisinin) mümkün=olasılık olduğunu görürüz. Çünkü bir neden bütününün her bir parçası, sonuç ve malula zorunlu varoluş değil de ancak varoluş imkanı ve olasılığını sağlar.
O halde her bir parçasının varlığının tam illetiyle zorunlu bir ilinti içerisinde olduğu varlık dünyasının bir başından öteki başına zaruret=zorunluluk hakimdir ve onun vücudu bir takım kesin ve zaruri=zorunlu olaylardan düzenlenmiştir. Bununla birlikte, varlık dünyasının parçalarının her birinin nakıs illetiyle olan imkan ve olabilirlik ilintisi mahfuzdur.
Kur'an-ı Kerim, kendi öğretisinde bu zaruret hükmüne ilahi kaza adını vermiştir. Çünkü bu zaruret de, evrene varlık bağışlayandan kaynaklanmıştır. Bu yüzden, istisna kabullenmeyen, adaletli, kesin bir hüküm ve kazadır.
Yüce Allah, çeşitli ayetlerde şöyle buyurmuştur: "İyice bilin yaratış da O'nun, buyruk da O'nundur."[8]
"Bir işin olmasını diledi mi, ona ancak ol der, o iş oluverir."[9]
"Allah hükmeder, hükmünü bozacak hiç bir kuvvet yoktur."[10]
2- Bir neden bütününün her bir parçası malulüne kendisine uygun bir ölçü ve şekillenme verir. Sonucun varoluşu, tam illetin belirlediği tüm ölçümlere mutabık olur. Örneğin insanın teneffüs etmesini sağlayan nedenler, mutlak ve hadsiz teneffüsü var etmezler. Ancak ağız ve burunun yakınlığında bulunan havadan belirli bir miktarı ve ölçüyü, belirli bir zaman ve mekanda, özel bir şekilde teneffüs organından akciğere gönderir ve yine insanın görmesini sağlayan nedenler (nedenlerden biri de insan olmak üzere) mutlak ve sınırsız görmeyi var etmezler. Ancak görme araçlarının her bir yönden sağladığı sınırlı ve ölçülü bir görmeyi icat ederler. Bu gerçek, evrenin bütün varlıkları ve olayları için istisnasız olarak geçerlidir.
Kur'an-ı Kerim kendi öğretisinde bu gerçeğe Kader adını verir ve bunu yaratılışın kaynağı olan Yüce Allah'a bağlı bilir. Allah-u Teâla şöyle buyurmaktadır: "Şüphe yok ki biz; her şeyi bir kadere (nezdimizde bulunan bir plana ve ölçüye) göre yarattık."[11]
"Hiçbir şey yoktur ki hazineleri katımızda olmasın, ama biz onu ancak bilinen bir miktarda indiririz."[12]
Nasıl ki, ilahi kaza gereğince, yaratılış düzeninde yer alan her bir varlık ve olay, zaruriyy-ul vücud=varlığı zorunlu ve kaçınılmaz bir şey olur; hakeza var olan her bir varlık ve olay, ilahi kader gereğince Allah tarafından belirlenen ölçüden en az bile olsun dışarı çıkamaz.
8- İNSAN VE İHTİYAR
İnsanın fiilleri, yaratılış dünyasının olgularından birisidir ve var oluşunda evrenin diğer olguları gibi illete tam bir bağlılığı vardır. İnsan, evrenin bir parçası ve onun diğer parçalarıyla varoluşsal ilintisi olması dolayısıyla evrenin diğer parçalarının onun yaptığı işlerde hiçbir etkinliğe sahip olmadığı düşünülemez.
Örneğin: İnsanın yiyeceği bir ekmek parçası için el, ayak, ağız, bilgi, kudret ve irade gerektiği gibi ekmeğin dışarıda var oluşu, ona ulaşılabilir olması, her hangi bir engelin olmaması ve diğer zaman ve mekan şartlarının gerçekleşmesi bu işin yapılmasında gereklidir. Bunlardan herhangi biri olmazsa bu eylem insanın gücü dışında olur. Hepsinin gerçekleşmesiyle işin gerçekleşmesi de zaruri=zorunlu olur.
Önceden de belirtildiği üzere yapılan fiillerin, tam illet parçalarının tümüyle zaruret=zorunlu nitelikli ilinti taşımasının, tam illetin bir parçası olan insanla ilintisinin imkan ve olabilirlilik oluşuyla hiç bir çelişkisi yoktur.
İnsan, fiilinde serbesttir. Fiilin nedenin tümüne nazaran zaruri=zorunlu oluşu, onun insana nazaran da zaruri=zorunlu olmasını gerektirmez.
İnsandaki saf ve dejenere olmamış kavrayış da bu görüşü destekliyor. Çünkü bizler, insanların ilahi fıtratlarıyla yemek, içmek, yürümek gibi fiillerle sıhhat, hastalık, büyüklük, küçüklük ve uzun boylu olmak gibi şeyler arasında fark gözettiklerini gözlemliyoruz. İnsanlar doğrudan insanın iradesine bağlı olan birinci tür işleri insanın ihtiyarında bilir onunla ilgili emir ve nehiy, övgü veya yergide bulunur; ikinci kısmın tam aksine, çünkü ikinci kısımda insanın hiçbir yükümlülüğü yoktur.
Sadr-ı İslam'da, insan fiili hakkında Ehl-i Sünnet arasında iki meşhur görüş vardı. Bir grubu, insanın fiillerini Allah'ın değişmez iradesinin ona taalluk ettiğini göz önünde bulundurarak insanı kendi fiillerinde cebre=zorlamaya tabi bilmişler ve insanın iradesine ve ihtiyarına hiçbir değer vermemişler. Diğer bir grup ise, insanı fiillerinde serbest bilmişler ve ilahi iradenin fiillere taalluk ettiğini kabul etmeyip, ilahi kader hükmünün kapsamı alanı dışında bir şey saymışlar.
Ama Kur'an'ın zahiriyle mutabık olan Ehl-i Beyt öğretisine göre insan, fiillerinde serbestir, ama müstakil ve tam serbest değildir. Yüce Allah fiillerin serbest olarak gerçekleşmesini irade etmiştir. Önceki tabirimize göre, Yüce Allah, insanın iradesi de olmak üzere neden bütünüyle, fiillerin gerçekleşmesini irade etmiş ve onu zaruri=zorunlu kılmıştır. Sonuçta böylesine ilahi irade, fiili zaruri=zorunlu ve insanı bu fiilde serbest kılar. Yani fiil neden parçalarının bütününe nazaran zaruri=zorunlu ve parçalarından biri sayılan insana nazaran da mümkün olur.
İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyuruyor: "Ne cebirdir, (zorlama vardır) ne de tefviz (tam serbestlik). Bilakis bu ikisinin arasında bir şeydir (kullar bu ikisinin ortasında bir yol izleyerek hareket ederler)." [13]

PEYGAMBERİ TANIMA
1- Hedefe Doğru=Genel Hidayet.
2- Özel Hidayet.
3- Akıl ve Kanun.
4- Vahiy Denen Gizli Şuur.
5- Peygamberler ve İsmet (Günahsızlık).
6- Peygamberler ve Semavi Din.
7- Peygamberler, Vahiy ve Nübüvvet Delilleri.
8- Peygamberlerin Sayısı.
9- Şeriat Sahibi Ulu'l Azim Peygamberler.
10- Hz. Muhammed'in (s.a.a) Peygamberliği.
11- Resul-i Ekrem (s.a.a) ve Kur'an.

1- HEDEFE DOĞRU=GENEL HİDAYET
Elverişli bir ortamda toprağa ekilen buğday tanesi yeşermeye başlayıp çeşitli hallere dönüşür. Her an kendine değişik hal ve şekil alarak belirli bir yolu izler ve sonunda buğday tanelerini içeren başak haline gelir. Eğer başaktan bir buğday tanesi yere düşerse, o da aynı yolu izler ve aynı sonuca varır. Eğer toprağa ekilen meyve çekirdeği olursa, kendi kabuğunu yarıp yeşermeye başlar, belirli bir değişim sürecini geçirdikten sonra yemyeşil ve koskocaman dallı bir ağaç haline gelir.
Bir hayvanın nütfesi de rahimde veya yumurtada tekamüle doğru belirli yolu geride bırakır ve rahminde veya yumurtasında geliştiği hayvan türünden biri olarak meydana gelir.
İzlenilen söz konusu belirli ve düzenli yol, dünyada görülen yaratık türlerinin tümü için geçerli ve onların yapılarında mevcut olan bir şeydir ve hiç bir zaman, tohumdan yeşeren buğday, koyun, keçi ve fil olmamıştır ve hiçbir zaman doğuracak hayvan, buğday başağı veya çınar ağacı doğurmamıştır. Eğer organların bileşiminde bir eksiklik olursa, örneğin koyun kör yahut başak buğdaysız olursa, bunun bir takım afetler sonucu meydana gelişinde kuşku duymayız.
Eşyada ki değişim ve oluşumun sürekli bir düzen ve tertip üzere oluşu ve yaratık türlerinin her birisinin bu hususta kendine özgü bir düzeni takip etmesi, araştırmacı ve keskin kafalı insanların inkar edemeyeceği bir husustur. Bu apaçık görüşten iki başka sonuca da varabiliriz.
1- Yaratık türlerinin herhangi birisinin başlangıçtan sonuca kadar geçirdiği bütün merhalelerde bir çeşit bağlılık ve irtibat soz konusudur. Sanki söz konusu tür, bütün bu değişim ve oluşum aşamalarında geriden itilip, ileriden ise çekiliyor.
2- Söz konusu bağlılığı göz önüne alarak şu sonuca varıyoruz ki her tür, ilk merhaledeyken tekvini olarak varacağı son merhalenin farkına varır ve isteyerek ona doğru ilerler. Örneğin; ceviz tanesi toprakta yeşerince hedefinin gövdeli ağaç olacağını bilir. Aynı şekilde hayvanın rahminde veya yumurtada olan cenin de ilk oluşumundan kamil bir hayvan olma tarafına doğru ilerler.
Bütün yaratık ve yaratıkların beslenişini Allah'a ait bilen Kur'an-ı Kerim, yaratık türlerinden her birinin kendi olgunluk ve kemaline doğru ilerleyişini ilahi hidayet ve kılavuzluğa nispet verir. Örneğin, Kur'an-ı Kerim'de şu ayetler yer almıştır:
"(Allah) her şeye yaratılışını veren, sonra da onları (yaratılış hedeflerine) hidayet edendir."[14]
"Bir Rab ki yarattı, derken düzüp koştu. Bir Rab ki ölçüp biçti, derken doğru yolu buldurdu."[15]
Bir başka ayette söz konusu sonuçlara işaret ederek şöyle buyurur:
"Herkesin yöneldiği bir yer var da oraya döner."[16]
Ve yine şöyle buyuruyor: "Ve biz gökleri ve yeryüzünü ve ikisinin arasındakileri eğlence için boşu boşuna yaratmadık. Biz onları ancak gerçek bir sebeple (hikmetli bir gaye ile) yarattık. Fakat çoğu bilmezler."[17]
2- ÖZEL HİDAYET
Şüphesiz, insan da bu genel yasalardan müstesna değildir. Bütün yaratık türleri için geçerli olan tekvini=yaratışsal hidayet insan için de geçerlidir. Diğer canlılar kendi sermayeleri ile kemallerine doğru yöneliyor ise, insan da aynı şekilde tekvini hidayetle gerçek hidayetine (kemale) doğru hareket etmektedir.
İnsan bir çok bitki ve hayvanlarla eşit özelliklere sahip olduğu halde kendini onlardan ayıran "akıl" özelliğine de sahiptir. İnsanı düşünceye sevkeden ve mümkün olan her sebepten kendisi için yaralanmasını sağlayan akıldır. İnsanın göklere yücelmesini, denizlere dalmasını, yeryüzünde olan çeşitli cansızlara, bitkilere ve hayvanlara hakim olmasını hatta çıkarı için kendi hemcinslerinden elinden geldiğince yararlanmasını sağlayan aklıdır.
İnsan, ilk doğası gereğince mutluluk ve kemalini kayıtsız şartsız serbestlikte görür. Fakat toplumsal yapısı gereği ve bir çok ihtiyacını tek başına gideremeyeceği için aynı duyguları taşıyan kendi hemcinslerinden bir araya gelme ve dayanışmaya girince kendi özgürlüğünden bir kısmını kısıtlayıp diğerlerinden yararlandığı oranda kendisinden yararlanmalarına katlanır. Böylelikle sosyal dayanışmayı zorunlu olarak kabullenir ve sosyal denkleşmeye boyun eğer.
Bu realite çocukların hareket ve durumlarından açıkça anlaşılır bir konudur. Çocuklar, ilk olarak isteklerini gidermek için zorbalığa baş vurmak ve ağlamaktan başka bir şey bilmezler. Hiç bir yasa ve düzene uymayı kabullenmezler. Fakat fikirleri erginleştikçe, isteklerini her zaman ağlamak ve zorbalıkla gideremeyeceklerini anlayarak toplumda olan bir çok kanunları görüp, toplumsal bireyler haline gelirler. Toplumsal birey olmanın gerektirdiği fikir olgunluğa erişince yaşadığı çevredeki yasaların tümüne boyun eğer. İnsanoğlu toplumsal dayanışmaya boyun eğince topluma hakim olacak bireylerin yükümlülüklerini ve uymayanların cezasını belirleyecek, pratiğe geçirilince bireyleri gerçek mutluluklarına ulaştıracak ve sosyal değerleri oranında mutluluklarını sağlayacak yani sosyal değerle mutlu yaşama arasında denge sağlayacak bir yasanın olmasını gerekli bilecektir.
İşte bu kanun, beşerin varoluşundan bu tarafa peşinde koştuğu, arzularının en önemlisi bildiği, arzu ettiği, ona varmak için birçok çabalar sarf ettiği genel pratik kanundur. Şüphesiz eğer böyle bir kanunun imkanı olmayıp takdir edilmeseydi, bu istek ebedi olarak bütün nesillerde olmazdı.[18]
Allah-u Teâla, beşerin bu toplumsal hayat gerçeğine işaret ederek şöyle buyuruyor: "Biziz geçimlerini aralarında paylaştıran; dünya yaşayışında ve bir kısmı bir kısmına hizmet etsin diye bazılarını derece bakımından bazılarında üstün yarattık."[19] Ayette söz konusu edilen üstün kılmaya, müdürün işçiyi ve eli altındakileri, ev sahibinin kiracıyı, satıcının alıcıyı teshir etmesi örnek verilebilir.
Yine, insanın bencilliği ve her şeyi kendisi için talep etmesi hakkında şöyle buyurmuştur: "Şüphe yok ki insan haris yaratılmıştır. Bir şerre uğrarsa bağırır, sızlanır ve bir hayır elde ederse vermez, kıskanır."[20]
3- AKIL VE KANUN
Eğer iyice düşünürsek, beşerin arzu ettiği ve toplumun ferd ferd yahut grup grup Allah'ın verdiği temiz fıtratla zorunlu olduğunu kavradıkları, mutluluğu temin edebilecek kanunun; beşeriyet dünyasını beşeri dünya olarak ayrım yapmadan ve istisnasız mutluluğa eriştirip, genel kemali hakim kılacak kanun olduğunu anlarız. Şimdiye kadar beşerin, farklı hayat dönemlerinde aklından kaynaklanacak böyle bir kanunu gündeme getirememesi göz önündedir. Eğer bunu idrak etmek tekvini olarak aklın uhdesine bırakılmış olsaydı, bu kadar uzun dönemler içerisinde beşer akıl aracılığıyla buna ulaşırdı. Hatta düşünce cihazıyla donatılmış bireyler şimdiye kadar bunu ayrıntılarıyla kavrarlardı, tıpkı toplumda bir kanunun gerekliliğini kavradığı gibi.
Başka bir ifadeyle şöyle söyleyebiliriz: İnsan toplumunun saadetini temin edip, onu yaratılış hedefine ulaştıracak noksansız müşterek kanun, eğer tekvini olarak aklın uhdesine bırakılmış olsaydı, her akıllı insan onu anlayabilirdi. Tıpkı kârını, zararını ve diğer hayat ihtiyaçlarını anlayabildiği gibi. Fakat halen böyle bir kanundan kimsenin haberi yoktur. Kendi kendine meydana gelen kanun, bir hükümdarın veya toplumun bir kısmının koyduğu kanunları bir grup kabulleniyorsa da başka bir grup hiçe sayıyor. Bir toplumun o kanundan haberi var ise diğer birinin yoktur ve hiç bir zaman yaratılışda eşit yapıları olan akıllı insanlar, böyle bir konuda eşit görüşe sahip olamamışlar.
4- VAHİY DENEN GİZLİ ŞUUR
Önceki açıklamalardan aklın insanları mutluluğa eriştirecek bir kanunu ayrıntılarıyla kavrayamadığı aydınlanmış oldu. Ancak diğer bir taraftan, genel hidayet yasasının bir gerekçesi olarak böyle bir kavrayışın insan türünde olması kaçınılmaz bir şeydir. Dolayısıyla insan türü arasında söz konusu kanunu kavrayabilecek bir aracın olması gereklidir, ta ki yaşamın gerçek vazifelerini onlara duyursun ve bildirsin. Ne his ve ne de akıl niteliğine sahip olan bu anlayış ve kavrayış türü "Vahiy" diye adlandırılıyor. Elbette bu gücün insanlar arasında kaçınılmazlığı bütün insanlarda olmasını gerektirmez. Nasıl ki cinsel içgüdü bütün insanlarda mevcuttur. Fakat buluğ yaşına erişmeyenler bunun lezzetini anlayamazlar. Vahiy anlayışı insanda zuhur etmedikçe gizli bir kuvvet sayılır. Evlilik isteğinin buluğa varmayanlara gizli ve anlaşılması zor oluşu gibi.
Allah-u Teâla, Kur'an-ı Kerim'de şeriata ait vahiy ve akılın onu kavrama yeteneği bulunmadığı hususunda şöyle buyurmaktadır:
"Biz vahyettik sana nitekim vahyettik Nuh'a ve ondan sonraki peygamberlere... ve peygamberler müjdeleyenlerdir ve korkutucu haberler verenler; ta ki insanların peygamberler geldikten sonra Allah'a karşı bir mazeretleri ve bahaneleri kalmasın." (Eğer akıl yalnız başına delil olabilseydi peygamberlerin gelmesine ihtiyaç duyulmazdı.)[21]
5- PEYGAMBERLER VE İSMET (GÜNAHSIZLIK)
Peygamberlerin gönderilişi, önceki bölümde geçen, vahiy teorisini pekiştirir. Çünkü Allah'ın elçileri vahiy ve peygamberlik iddiasında bulunup, iddialarını ispat etmeye yönelik kesin ve ikna edici kanıtlar sunmuşlar ve mutluluğunun anahtarı olan Allah'ın dininin maddelerini topluma iletmiş ve herkese açıklamışlardır. Vahiy ve nübüvvetle donanmış peygamberler, her zamanda bir yahut bir kaç tane oldukları için yüce Allah toplumun diğer kesiminin hidayetini, bunları çağrı ve tebliğle görevlendirerek tamamlamıştır.
İşte bu noktada peygamberlerin masum olmaları gerektiğini anlıyoruz. Peygamber vahiy almasında, onu korumasında ve iletmesinde hata ve günahtan (kendisinin getirdiği kanunlara aykırı hareket etmekten) korunmuş olmalıdır. Çünkü bunlar tekvini hidayetin üç rüknüdür. Bu rükünlerde hata yapmak, tekvin kanununda hata sayılır ve tekvinde hata olması anlamsızdır.
Ayrıca davet ve çağrıya aykırı hareket etmek, önceki davetin tam tersine yönelik ameli ve pratiksel bir çağrıdır. Bu da toplumun önceki çağrıya olan güvencelerini sarsar ve çağrıdan öngörülen amacı yok eder.
Allah-u Teâla, kelam-ı şerifinde peygamberlerin masum olmasına işaret ederek şöyle buyuruyor:
"Onları seçtik ve doğru yola sevk ettik."[22]
"Gizliyi bilen O'dur. Gizli bilgisini kimseye göstermez. Ancak seçtiği elçisi müstesna. O elçisinin önüne ve arkasına gözetleyiciler koyar. Gerçekten de Rablerinin elçiliklerini hakkıyla yaptıklarını, hükümlerini tebliğ ettiklerini bilsin diye. Allah onların her halini de bilgisiyle kavramış kuşatmıştır ve her şeyi bir bir sayıp tespit etmiştir."[23]
6- PEYGAMBERLER VE SEMAVİ DİN
Peygamberlerin vahiy aracılığıyla ulaştıkları ve ilahi mesaj olarak ilettikleri şeye "din" denir. Yani, bir hayat programı ve insanın gerçek mutluluğunu temin edecek insani vazifelerdir.[24]
İlahi din, bütünlüğünde inanç ve amel denilen iki temelden oluşur. İnanç bölümü, insanların yaşamlarının temelini onun üzerine kurmaları gereken bir takım gerçekler ve temel inançlardır. Onlar Tevhid, Nübüvvet ve Mead olan genel asıllardır. Bunlardan birinde sarsıntı olursa dine bağlılık gerçekleşmemiş olur.
İnsanın, Allah karşısında yapacağı ibadetlere ve toplum karşısında uyacağı ahlaki kurallara, amel bölümü adı veriliyor.
Semavi şeriatların, insanın yaşamı için hazırladığı kanunlar, ahlak ve amelden oluştuğu gibi bunların her biri de iki kısma ayrılır.
Bir kısmı Allah'la ilintili şeylerdir. Söz gelimi rızalık, teslimiyet, ihlas, iman ve benzeri sıfatlar ve namaz, oruç, kurban kesmek ve benzeri ameller, ki bu tür amellere ibadet denir ve insanın Allah'a karşı kulluğunu ve huzusunu pekiştirir.
Diğer bir kısmı, toplumla ilintili bir takım ameller ve ahlaki sıfatlardır. Sözgelimi insan severlik, hayır severlik, adalet ve cömert olma gibi ahlaki sıfatlar ve geçim kuralları, alış veriş gibi ameller ki bu tür amellerin başlıcalarına "muamele" denir.
Öte yandan insan türünün tedricen tekamüle erişmesi ve zaman geçtikçe sosyal yapının olgunlaşması, dinlerde ve şeriatlarda da tekamülün olmasını gerektirir ve bunu (akıl vesilesiyle elde edilen gerekliliği) Kur'an-ı Kerim de teyit ederek, sonra gelen şeriatlar önceki şeriatlardan daha üstün ve mükemmeldir diyor. Örneğin bir ayette şöyle buyuruyor:
"(Kur'an) kitabını sana gerçek olarak indirdik. Önceki kitapları (İncil ve Tevrat) tasdik ediyor ve aynı zamanda onlardan üstündür."[25]
Bilimsel teorilerden anlaşıldığı ve Kur'an-ı Kerim'in de net olarak belirttiği üzere, insan toplumunun dünyadaki hayatı ebedi değildir. Dolayısıyla insan türünün tekamülü de sınırsız olamaz. Bu yüzden insanın bütün inanç ve ameli görevleri bir merhalede son bulacak. Buna tabi olarak nebilik ve şeriat da inanç konusunda en doruk noktaya ve ameli açıdan en kapsamlı merhaleye ulaştığında son bulacaktır.
Bu yüzden Kur'an-ı Kerim, İslam'ın en kamil ve son din olduğunu açıklarken, kendisini nesh edilmeyecek Kitap, Hz. Muhammed'i (s.a.a) Hatem-ül Enbiya=peygamberlerin sonuncusu ve İslam'ı tüm insani görevleri içeren bir din olarak niteliyor.
"Şüphe yok ki Kur'an, eşsiz ve üstün bir kitaptır ki ne önceden onun hükümlerini iptal eden bir kitap gelmiştir, ne de ondan sonra gelir ve batıl, ona zarar veremez."[26]
"Muhammed sizden birisinin babası değildir. Ancak o, Allah'ın elçisi ve peygamberlerin sonuncusudur."[27]
"Biz sana her şeyi açıklayan Kitabı nazil ettik."[28]
7- PEYGAMBERLER VE VAHİYLE NÜBÜVVETİN DELİLLERİ
Bugün vahiy ve nübüvvet konusunda incelemelerde bulunan ilim adamları, vahiy, nübüvvet ve ilgili konuları sosyal ruhsal bilimsel kurallarla yanıtlamışlar ve şöyle demişlerdir: "Peygamberler temiz ruhlu, himmetli ve insan sever kişilermişler. Onlar toplumun maddi ve manevi açıdan ilerlemesi, bozuk toplumların ıslahı amacıyla bir takım yasalar düzenleyip halkı ona davet etmişlerdir. Ancak o zamanın insanları onların çağrısını ve mantıklı sözlerini kabullenmeyeceğinden dolayı toplumun kendilerine uymasını sağlamak için kendilerini ve düşüncelerini yüksek makama nisbet etmişler. Kendi temiz ruhlarını Ruh-ul Kudüs, ruhtan kaynaklanan düşüncelerini vahiy ve nübüvvet, sundukları yaşam metodunu semavi şeriat ve din, bu açıklamaları içeren kitabı da semavi kitap olarak nitelendirmişlerdir."
Ancak semavi kitaplara, bilhassa Kur'an-ı Kerim'e dikkatli ve insafla bakacak olan birisi bu teorinin doğru olmadığında asla tereddüt etmez. Allah'ın resulleri siyaset adamları değil hak, samimiyet ve doğruluk örnekleriydiler. Algıladıkları kelamı azaltıp çoğaltmadan halka iletip kendileri de uyguluyorlardı. İddia ettikleri bir tek gizli şuur denilen vahiy idi ki onun vasıtasıyla Allah'tan inanç ve ameli kanunları alıp topluma iletiyorlardı.
Buradan, peygamberliğin ispat edilmesinde delil ve hüccetin gerekliliğini anlayabiliriz. Herkes peygamber ismiyle mantıklı bir kanun getirirse, bu onun peygamber olmasını gerektirmez. Zira peygamberlik iddiasında olan kimse, getirdiği dinin doğru olmasını iddia etmenin yanı sıra yukarı alemle vahiy ve nübüvvet ilişkisi olduğunu ve Allah tarafından görevlendirildiğini iddia etmektedir ve bu iddia ayrıca delille ispat edilmelidir. Bu yüzden (Kur'an'ın işaret ettiği gibi) her zaman saf zihinli insanlar, peygamberlik iddiasının doğruluğunu kanıtlamaları için onlardan mucize isteğinde bulunuyorlardı.
Bu sade ve doğru mantığın manası şudur ki, insanların içerisinde vahy anlayışının bir şahısta bulunması adet dışı bir iştir. Eğer bunların iddiası doğru olursa ve bu adeti Allah bunlara vermişse diğer adet dışı (mucize) şeyleri de verebilir ve eğer bunların isteğini yerine getirebilirse önceki iddiasında da doğruymuş anlamındadır.
Açıklandığı gibi halkın peygamberlerden mucize istemeleri doğru bir mantığa dayanır. Peygamberler de kendi iddialarında sadık olduklarını ispat etmek için önceden yahut milletin isteğinden sonra mucize getirmek zorundadırlar.
Kur'an-ı Kerim de bu mantığı teyit etmiş ve bir çok peygamberlerden önceden veyahut milletin isteğinden sonra getirdikleri mucizeyi nakletmiştir.
Şunu da ekleyelim ki, bu konuda eleştiri yapan bir çok şahıslar mucizenin meydana gelmesini inkar ediyorsa da onların delilleri ikna edecek derecede kuvvetli değildir. Zira tecrübe ve araştırmayla elde edilen bazı olguların nedenleri "sürekli nedenlerdir ve hiç bir olgu kendi normal nedenleri dışında herhangi bir nedenden etkilenip gerçekleşemez" diyemeyiz. Ayrıca peygamberlere nispet verilen mucizeler akıl dışı ve üçün çift olması gibi muhal nitelikli değildir. Sadece adet dışı olgulardır. Ve adet dışı olgular bir çok riyazet ehlinden duyulmuş veya görülmüştür.
8- PEYGAMBERLERİN SAYISI
Nakil gereğince, geçen tarihlerde bir çok peygamberler gelmiştir ve bunu Kur'an da doğrulayarak peygamberlerden bir kaçının adını, soyunu ve hayatını anlatıyorsa da kesin olarak onların sayısını belirtmemiştir. Güvenilir nakil yoluyla da kesin bir sayı söz konusu değildir. Sadece Ebuzer-i Gifari'nin Resul-i Ekrem'den naklettiği meşhur bir rivayette peygamberlerin sayısının 124 bin olduğu yer almıştır.
9- ŞERİAT SAHİBİ ULU'L AZİM PEYGAMBERLER
Kur'an-ı Kerim'den anlaşılan şudur ki, peygamberlerin beşi dışında hiçbiri şeriat ve din getirmedi. Sadece beş tanesi ulul azim ve şeriat sahibi idiler. Bunlar Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed'dirler. (Allah'ın selamı üzerlerine olsun.) Öteki peygamberler, bu Ululazim peygamberlere tabi olmuşlardır. Allah-u Teâla şöyle buyuruyor:
"Dine ait hükümlerden, Nuh'a tavsiye ettiğini ve sana vahyettiklerimizi ve İbrahim'e, Musa ve İsa'ya tavsiye ettiklerimizi size de gidilecek yol olarak bildirdi, açıkladı."[29]
Bu ayet minnet bırakma makamındadır. Eğer ayette zikredilen beş peygamberden başkası şeriat sahibi olsaydı muhakkak zikredilirdi.
"An o zamanı ki biz, peygamberlerden kesin söz almıştık ve senden ve Nuh'tan ve İbrahim'den ve Musa'dan ve Meryem oğlu İsa'dan da ve biz onlardan pek sağlam ve kesin söz almıştık."[30]
10- HZ. MUHAMMED'İN (S.A.A) PEYGAMBERLİĞİ
Peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed (s.a.a), şeriat ve kitap sahibidir ve Müslümanlar da ona iman etmişlerdir.
Hz. Muhammed (s.a.a), hicretten 53 yıl önce Hicaz'ın Mekke şehrinde, Arapların en soylu ve değerli Kureyş kabilesinden olan Beni Haşim ailesinde dünyaya geldi.
Babası Abdullah, annesi ise Amine'dir. O Hazret, daha küçük yaştayken baba ve annesini kaybederek büyük babası Abdülmuttalib'in kefaletine girdi. Ama bir müddet geçmeden büyük babası da vefat etti ve böylece amcası Ebu Talib onun bakımını üstlendi.
O Hazret amcasının evinde büyüdü. Büluğ çağına ermeden önce amcasıyla birlikte taşınır ticaret malıyla Şam'a gitti.
Peygamber eğitim görmediği için okuma-yazma bilmezdi. Fakat buluğ çağından sonra akıllı, terbiyeli ve emin olarak tanındı. Kureyş kadınlarından zengin biri bütün malını o Hazrete havale ederek ticaret başkanlığını ona verdi.
O Hazret, bir başka seferinde Şam'a götürdüğü malı satıp büyük bir kâr ile döndü. Uzun bir müddet geçmeden bu hatun, Hazret'e evlenme teklifinde bulundu. Peygamber bu evliliği kabul ederken yirmi beş yaşında idi. Kırk yaşına kadar aynı şekilde devam etti ve toplumda akıllı ve emin olmada büyük ün kazandı. O yaşa kadar (Arapların dini putperestlik olmasına rağmen) puta ibadet etmedi. Hatta bazen gizli köşelere çekilerek kendi mabuduna ibadet ederdi. Kırk yaşında (Mekke'nin yakınında olan Tehame dağının) Hira mağarasına ibadet için çekilmişken peygamberliğe seçildi ve toplumu Tevhide davet etmekle görevlendirildi. Burada Kur'an'ın ilk suresi (Alak) O hazrete nazil oldu. Hazret aynı gün eve dönerken yolda amcası oğlu Ali ile karşılaştı ve olayı anlattı. Ali (a.s) bunları dinledi ve iman getirdi. Eve geldiğinde eşi de İslam'ı kabul etti.
O Hazret, davetini açıkça ilan edince çok üzücü ve ızdırablı bir tepkiyle karşılaştı. Buna göre bir müddet gizli çalışmaya koyuldu. Ancak yine Allah tarafından en yakın akrabalarını davet etmekle görevlendirildi. Peygamber bütün akrabalarına çağrıda bulundu. Fakat Ali (a.s)'den başka hiç kimse iman etmedi. (Ehl-i Beyt'ten nakledilen rivayetlere ve Ebu Talib'ten naklolunan şiirlere dayanarak Şia, Peygamberin amcasının bu daveti kabul ettiğine inanır. Ama Kureyş içerisinde sahip olduğu mevkiden faydalanıp, tek hidayetçisi olduğu Peygamberi korusun diye imanını gizliyordu.)
Daha sonra Peygamber (s.a.a) Allah'tan üstlendiği görev gereğince alenî çağrısına başladı. Ancak davete başlar başlamaz Mekkelilerin hem Peygamber'e (s.a.a) ve hem de yeni Müslümanlara yönelik en güçlü tepkileri, tahammülü zor eziyetleri ve işkenceleri başladı. Yapılan baskılar o kadar çoğaldı ki Müslümanlardan bir kısmı Peygamberin emriyle evlerini barklarını terk ederek Habeşistan'a hicret ettiler. Peygamber kendi amcası ve Beni Haşim'den olan akrabalarıyla birlikte üç yıl Ebu Talib deresinde abluka altında yaşadılar. Hiç kimsenin onlara yardım etmeğe ve onlarla görüşmeğe hakkı yoktu ve dışarı da çıkamazlardı.
Mekke putperestleri alay etmek, dövmek, küçümsemek ve her çeşit işkencenin yanı sıra bazen de davetinden vaz geçirme amacıyla ona yumuşak davranıyorlardı. Ona yüklü servet, riyaset ve saltanat teklifinde bulunuyorlardı. Fakat onların tehditleri ve vadeleri Peygamberin yanında birdi. Bu davranışlar, Peygamberi taşıdığı hedefte daha fazla azimli ve kararlı kılıyordu. Bir gün aynı teklif olunca Peygamber örnek sunma üslubundan yararlanarak "Güneşi sağ elime, ayı ise sol elime verseniz de ben eşsiz Allah'a itaat etmekten vaz geçmem ve Allah'ın emirlerini çiğnemem." cevabını verdi.
Bisetten on yıl kadar geçti ve ekonomik ambargonun kaldırılmasından sonra kendisinin büyük koruyucusu olan Ebu Talib ve vefalı eşi Hatice'yi kaybetti.
Artık Hazretin can güvenliği ve sığınacağı bir kimse yoktu. Dolayısıyla Mekke putperestleri planlı ve gizli bir komplo düzenleyerek, gece vakti evi sarıp gecenin son saatlerinde eve girip O Hazreti öldürmek istediler.
Ancak Allah-u Teâla bu planı kendi elçisine bildirerek onu Yesrib'e (Medine'ye) hicret etmeğe memur etti. Peygamber (s.a.a) Ali'yi (a.s) yerinde yatmakla görevlendirdi. Allah'ın gaybi yardımıyla düşmanların çemberinden çıktı. Mekke'nin yakınlarında olan bir mağarada üç gün kaldı. Mekke putperestlerinin her tarafı arayıp meyus olduklarını anlayınca mağaradan çıkıp Yesrib'e hareket etti.
Yesrib şehrinin sayılan kişilerinden bir kısmı önceden Peygamberle görüşüp iman etmişlerdi. Buna göre Yesrib toplumu Peygamberi sevinçle karşıladılar. Kendi mal ve canlarını O Hazretin emrine verdiler.
O Hazret, Yesrib'de ilk olarak İslami küçük bir toplum kurdu. Etrafta olan Yahudi ve güçlü Arap kabileleriyle antlaşma imzalayarak kendi davetini geniş bir alanda başlattı. Bundan sonra Yesrib şehrine Medinet-ür Resul denildi.
İslam, günden güne ilerliyor ve geniş alanları kapsıyordu. Mekke'de işkence altındaki Müslümanlar bunu duyunca, evlerini ve mallarını terk ederek Medine'ye hicret etmeye başladılar. Bunlar Muhacir adıyla tanınıyorlardı. Nitekim Medineliler de Peygambere yardım ettikleri için Ensar ismiyle tanındılar.
İslam dini hızla yayılıyordu. Fakat Hicaz'da bulunun Yahudi taifeler ve Mekke kafirleri ellerinden gelen bütün çabaları Müslümanların içerisinde tanınmadan yaşayan münafıkların yardımıyla Müslümanlara karşı esirgemediler. Her gün yeni bir olay meydana geliyordu. Bilahare bu hareketler büyük ve küçük savaşlara yol açtı ve bu savaşların çoğunda İslam ordusu Yahudi ve Arap putperestlerine karşı muzaffer oluyordu. Bu savaşların sayısı seksenin üzerindedir. Büyük savaşların hepsinde Bedir, Uhud, Hendek ve Hayber savaşları gibi Peygamber-i Ekrem şahsen savaşa katılmıştır. Bu savaşların çoğunda zafer sancağı Ali'nin (a.s) elinde ilerliyordu. O hiçbir savaştan geri çekilmeyen kişiydi. Toplam olarak on yıl hicretten sonraki savaşlarda Müslümanlardan iki yüze yakını şehit edildi ve kafirlerden ise bin kişiye yakını öldürüldü.
Peygamberin çalışmaları, Ensar ve Muhacirlerin fedakarlıkları sonucu, Arap yarımadasında İslam on yıl zarfında yayıldı. Bundan dolayı da dış süper güçlere çağrıda bulunuldu. Örneğin Rum, İran, Habeşistan ve Mısır, bu çağrı mektuplarını alan güçlerdendi.
O Hazret yaşamında, fakirane geçimiyle yetinerek bununla iftihar duyardı.[31] Vaktini asla boşa geçirmezdi. Zamanını üçe bölmüştü; bir kısmını ibadet etmeye, ikinci kısmını ailesi ile ilgilenip ev ihtiyaçlarını gidermeye, diğer kısmını da toplumda İslami öğretileri anlatıp onların ihtiyaçlarını giderme ve İslam toplumunun iç ve dış ilişkilerini ayarlamakla geçiriyordu.
O Hazret hicretten on yıl sonra Medine'de bir Yahudi kadının yemeğe zehir katıp yedirmesi sonucu hastalandı ve bir kaç gün sonra dünyadan göç etti. Son anlarda mübarek ağzından çıkan kelimeler, kölelere ve kadınlara iyi bakmayı tavsiye etmekti.
11- RESUL-İ EKREM (S.A.A) VE KUR'AN
Diğer peygamberlerden istenildiği gibi Hz. Resul-i Ekrem'den de mucize isteniyordu. O Hazret, Kur'an'ın da açıkça teyit ettiği gibi peygamberlerde mucizenin varlığını tasdik ediyordu.
O Hazretin bir çok kesin ve güvenilir rivayetlerle ispat olunan mucizeleri vardır. Ancak şimdiye kadar kalan mucizesi Kur'an-ı Kerim'dir. Bu kitap semavi kitap olarak altı bin kaç yüz ayet ve yüz on dört büyük ve küçük sureyi içerir. Kur'an-ı Kerim'in ayetleri, Resulullah'ın (s.a.a) yirmi üç yıllık biset ve davet zamanlarında, çeşitli münasebetlerde tedricen nazil olmuştur. Bir ayetten başlayıp bir sureye varana kadar; gece gündüz, yolculukta, vatanda, savaş ve barışta, zor ve kolay günlerde Resulullah'a nazil olmuştur.
Kur'an-ı Kerim bir çok ayetlerinde açıkça kendisini mucize olarak tanıtıyor. Tarihin tanıklığına göre, o zamanki Araplar fesahat ve belagatın en yüksek derecelerinde tatlı dil, kolay ve anlaşılır bir şekilde konuşma üslubunda, konuşma meydanının güçlü erleri olmalarına rağmen, Kur'an onlara meydan okuyup şöyle diyor; Kur'an'ın beşeri kelam olduğuna, Muhammed'in (s.a.a) onu kendi çıkardığına veya eğitim gördükten sonra yazdığına inanıyor iseniz onun gibisini, ondan on suresini veyahut bir suresini siz de getirin ve bu konuda bütün imkanlarınızı kullanın.[32] Arapların en büyük fasih hatipleri bu çağrının karşısında "Kur'an sihirdir ve biz öyle bir şey getiremeyiz" cevabını verdiler.[33]
Kur'an yalnız fesahat ve belagat konusunda meydan okumuyor. Bazı ayetlerde mana ve içerik açısından da insanlara ve cinlere meydan okuyor. Çünkü insanın bütün yaşam programını kapsamıştır ve eğer dikkatle araştırılırsa insanın bütün inanç, ahlak ve sayısız amellerini içeren ve ayrıntılarına kadar değinen bu geniş boyutlu ve kapsamlı yasaların temelini hak kılmış ve ona Hak Din adını vermiştir. (İslam, kanunları hak ve maslahattan kaynaklanan bir dindir; halkın çoğunluğunun veya güçlü ve emir sahibi bazı fertlerin eğilimlerinden kaynaklanan bir din değildir.)
Bu kapsamlı programın temelini oluşturan en değerli kelime, eşsiz Allah'ın birliğine inanç esasıdır. Usul ve bütün öğretiler Allah'ın birliği esasından kaynaklandığı gibi, beğenilmiş ahlak da bu esaslardan sonuçlanan dallardır. Ondan sonra insanın bireysel ve toplumsal durumları, genel ve sayısız ayrıntılarıyla onun eylemleri araştırılıp, her birisine ait tevhit kaynaklı görevler düzenlenmiştir.
İslam dininde usul ve füru öylesine birbiriyle ilintili ve bağlantılıdır ki, her fer'i hükmü hangi konuda olursa olsun araştırır isek sadece Allah'ın birliği esasına döner ve tevhid kelimesi de bu yasa ve hükümlerin bir araya gelmesiyle gerçekleşir.
Böylesine kapsamlı ve geniş boyutlu ama bir bütün ve birbiriyle ilintili olan bir dinin son düzenlemesini hazırlamak bir yana, yalnız o dinin alfabesini derlemek doğal halde en büyük ve bilgin hukukçuların gücü dışındadır. Özellikle bunları, can ve mal güvenliği olmayan bir çok kanlı savaşlar görüp iç ve dış baskılara maruz kalan ve kısacası dünya karşısında tek kalan birisi olursa hiç bir şekilde hazırlayamaz.
Kaldı ki, Resul-i Ekrem'in (s.a.a) okuma yazması yoktu, öğretmen ve eğitici görmemişti. Davetinden önce ömrünün üçte ikisini medeniyet, ahlak ve insaniyetin ne olduğunu bilmeyen, kurak çölde en kötü şartlar altında yaşayan ve her zaman yakın bir devletin köleliğini yapan cahil Araplar içerisinde yaşamıştı.[34]
Ayrıca Kur'an-ı Kerim bir başka açıdan da meydan okuyor ve o da şudur: Kur'an-ı Kerim yirmi üç yıl zarfında çeşitli münasebetlerde ve farklı koşullarda tedricen nazil olmuştur. Eğer bir insanın indinden olsaydı, insanın tedrici tekamül ilkesi gereğince onun evveli sonuyla değişik ve sonu evvelinden daha iyi olurdu. Evvelinden sonuna kadar birbiriyle çelişen şeyler bulunurdu. Ama Kur'an-ı Kerim'in Mekke ve Medine döneminde inen ayetleri arasında fark yoktur. İlk ayetlerle son ayetler farklı değildirler. Kur'an bütün parçaları birbirine benzerlik arz eden, şaşırtıcı bir açıklama gücüne, hep bir üslup ve akışa sahip bir kitaptır.[35]


AHİRETİ TANIMA
1- İnsanın Ruh ve Bedenden Oluşması.
2- Bir Başka Açıdan Ruhun Hakikati.
3- İslam Açısından Ölüm.
4- Berzah Alemi.[36]
5- Kıyamet ve Ahiret.
6- Diğer Bir Açıklama.
7- Yaratılışın Sürekliliği.

1- İNSANIN RUH VE BEDENDEN OLUŞMASI
İslami öğretilere az çok aşina olanlar bilirler ki Kitap ve Sünnette, ruh ve cisim yahut nefis ile bedenden çok söz edilmiştir. Cisim ve beden his aracılığı ile idrak olunduğu için anlaşılması kolaydır. Fakat ruh ve nefs öyle değil, girift bir yapıya sahiptir.
Ehl-i Sünnet ve Şii filozofları ve mütekellimleri ruhun hakikati konusunda farklı görüşler belirtmişlerdir. Fakat İslam açısından beden ve ruhun iki değişik hakikate sahip olduğu kesindir. Beden, ölüm arızasıyla hayati özelliklerini kaybeder ve tedrici olarak dağılıp - gider. Ama ruh böyle değildir. Aslında hayat, ruhundur. Bedenle birlikte olduğu sürece, beden, hayatını ondan alır, bedenle olan ilişkisini kestiği ve ayrıldığı an beden ölür. Ancak ruh, kendi hayatına devam eder.
Kur'an-ı Kerim'in ayetlerinden ve Ehl-i Beyt İmamlarının açıklamalarından, ruhun madde ötesi bir varlık olup bedenle bir nevi birlik ve bağlılık halinde olduğu anlaşılıyor. Allah-u Teâla Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyuruyor:
"Andolsun ki, biz insanı balçık mayasından yarattık, sonra onu bir su damlası olarak savunması sağlam bir karar yerine yerleştirdik. Sonra o bir katre suyu bir embriyon olarak yarattık, derken o embriyonu bir çiğnem et parçası olarak yarattık, derken o çiğnem et parçasını kemik olarak yarattık, derken kemiklere et giydirdik, sonra da onu başka bir yaratılışla meydana getirdik."[37]
Bu ayetlerin akışından anlaşılan şudur ki, ayetlerin evveli tedrici maddi yaratılışı anlatıyor. Ayetin sonunda ruh veya irade ve şuurun verilişine işaret ettiğinde onu, önceki yaratılıştan değişik bir şey olarak tanıtıyor.
Bir başka ayette, ahireti inkar edenlerin "İnsan ölüp bedeni dağıldıktan ve bu parçaların yeryüzünde yok olmasından sonra, tekrar nasıl yaratılıp önceki insan haline gelir?" kuşkuları karşısında şöyle buyuruyor:
"De ki: Size vekil kılınan ölüm meleği, hayatınıza son verecek, sonra da Rabbinize döndürülmüş olacaksınız."[38] Yani ölümden sonra dağılıp yeryüzünden yiten sizin bedenlerinizdir. Ama kendiniz (ruhlarınız), ölüm meleği vasıtasıyla bedenlerinizden ayrılmış ve bizim indimizde mahfuzsunuz.
Ayrıca Kur'an-ı Kerim diğer ayetlerde kapsamlı açıklamasıyla bütün ruhların madde ötesi bir varlık olduğunu vurguluyor: "Ve sana ruhu soruyorlar; de ki: Ruh, Rabbimin emrindendir."[39]
Bir başka ayette Allah (c.c) emriyle ilgili olarak şöyle buyuruyor: "O'nun emri, bir şeyin olmasını istedi mi ona sadece "ol" demektir, hemen oluverir. Yücedir, münezzehtir o mabut ki, her şeyin melekutu (tasarrufu ve tedbiri), O'nun elindedir."[40]
Bu ayetler gereğince, Allah'ın emri, varlıkların yaratılışında tedrici olmayıp, zaman ve mekanın onda etkisi yoktur. Öyleyse Allah'ın emri olan ruh da maddi olamaz. Kendi varlığında, maddenin gerektirdiği tedrici olma, zaman ve mekan özelliklerine muhtaç değildir.
2- BİR BAŞKA AÇIDAN RUHUN HAKİKATİ
Akli incelemeler de, Kur'an-ı Kerim'in ruh hakkındaki görüşünü pekiştirir. İnsanların her biri kendisinde mevcut olan bir hakikati ve gerçeği idrak edebiliyor. Bu hakikati "Ben" olarak isimlendiriyor ve bu anlayış, her zaman insanda mevcuttur. İnsan bazı zamanlar baş, ayak kol ve diğer uzuvlarını hatta bazen bütün bedenini unutuyor. Fakat "ben" hakikatini unutamıyor. Bu gerçek anlaşıldığı gibi, bölünmez ve parçalanmaz. Beden her zaman çeşitli hallere dönüşür. Zaman geçer ve yeri değişebilir. Fakat bu hakikat (ben) sabittir ve kendi varlığında değişikliği kabul etmez. Eğer maddi bir varlık olsaydı; maddenin özellikleri olan bölünme, değişme, zaman ve mekanı kabul ederdi.
Evet bu özelliklerin hepsini beden kabulleniyor. Ancak ruha olan bağlantısı nedeniyle bu özellikler ruha da nispet edilebilir. Fakat birazcık üzerinde düşünülürse bu zaman, o zaman, şurası, orası, bu tür, o tür, bu taraf, o taraf gibi nispetlerin bedene ait olduklarını görüp, bu nispetlerin ruh hakkında geçerli olmadığını ve bunların beden vasıtasıyla ruha da yansıdığını anlayabiliriz.
Ruhun özelliklerinden olan ilim de aynı niteliği taşır. Eğer ilim madde nitelikli varlık olsaydı, maddelik gereğince bölünme, zaman ve mekan nitelikleriyle nitelenirdi.
Elbette bu bahisle ilgili birçok konular, soru ve cevaplar vardır. Ama onları bu kitaba sığdıramayız. Bilgi edinmek isteyenler diğer İslami felsefeyle ilgili kitaplara müracaat edebilirler.
3- İSLAM AÇISINDAN ÖLÜM
Dar görüşlüler ölümü insanın yok olması ve hayatı, doğuşla ölümün arasındaki zamanla sınırlıyorlarsa da İslam, ölümü, "yaşayışın bir katından diğer bir katına aktarılmaktır" diye açıklıyor. İslam'ın görüşünde insanın yaşamı ebedidir. Ruhun bedenden ayrılması, insanı bir başka hayata götürür. Orada mutlu olanlar, dünyada yaptıkları iyilikler sebebiyle mutludurlar. Ateşe düşenler de, ölümden önceki yaşamlarında yaptıkları kötülükler karşılığında ateştedirler.
Resul-i Ekrem (s.a.a) "Zannetmeyin ölmekle yok olacaksınız. Ölüm sizi bir evden öteki eve götürür." şeklinde buyurmaktadır. [41]
4- BERZAH ALEMİ
Kitap ve Sünnetten anlaşıldığı kadarıyla, ölüm ve kıyamet günü arasında sınırlı ve geçici bir hayat vardır. Bu berzah alemi olup dünya ve ahiret arasında bir vasıtadır.[42]
İnsan ölüm sonrası, inançları ve yaptığı iyi ve kötü ameller sebebiyle özel bir hesaba tabi tutulur. Bu kısa soruşturma sonrası tatlı veya acı bir yaşantıya mahkum olur ve öylece kıyamet gününü bekler.[43]
Berzah alemindeki insanın yaşamı, suç dolayısıyla mahkemeye çağrılıp, ifade verip, dosya düzenlendikten sonra sonucu beklemek için nezarette bekletilen insanın haline çok benzer.
Berzah aleminde insanın ruhu, dünyada yaşadığı gibi olur. İyilerden olursa mutluluğa erişip nimet içerisinde olur ve Allah'ın dergahına yakın olan iyi insanların birlikteliğinden yararlanır. Kötülerden olursa, azap ve zorluk içerisinde şeytan ve dalalet öncüleriyle birlikte olacaktır. Mutluluğa eren bir grubun halini yüce Allah şöyle açıklıyor:
"(Ey Peygamber), Allah yolunda öldürülenleri ölü sanma. Onlar diridir ve Rableri katında (Kurb makamında) rızıklanırlar, ferah-fahur bir halde Allah'ın onlara ettiği lütuf ve ihsanlarla onlar, henüz kendilerine katılmayanlara, fakat peşlerinden gelmekte olanlara da bilin ki ne korku vardır onlara, ne de mahzun olurlar diye müjde vermeyi isterler. Allah'ın nimet ve ihsanına nail olduklarından dolayı sevinç içindedir onlar ve Allah, inananların ecrini zayi etmez."[44]
Dünyada mal ve servetini meşru yollarda kullanmayan grubu da şöyle tanıtıyor:
"Sonunda, onlardan birine ölüm gelip çattı mı Rabbim der, beni geriye, tekrar dünyaya yolla da belki iyi işler işlerim ve zayi ettiğim ömrü telafi ederim Hayır, boş bir söz onun söylediği. Onların önlerinde, diriltilip mezarlarından çıkarılacakları güne dek bir berzah var."[45]
5- KIYAMET VE AHİRET
Semavi kitapların içinde kıyamet günü hakkında ayrıntılarıyla söz eden, yüzlerce yerde çeşitli isimlerle bu günü hatırlatıp dünya ve ehlinin bu gündeki halini, bazen ayrıntılarıyla ve bazen kısaca değinen yalnız Kur'an-ı Kerim'dir. Bu günün ismi Tevrat'ta geçmemiş. İncil kitabındaysa kısaca işaret edilerek geçilmiştir.
Kur'an-ı Kerim defalarca şu hususu vurgulamıştır ki, kıyamet gününe inanmak, Allah'ın birliğine inanmakla denktir ve İslam dininin üç temel aslından biridir. Buna inanmayan, İslam dininden sayılmaz ve ebedi helak olmayı hak eder.
Sözün gerçeği de şudur. Çünkü eğer Allah'tan taraf hesap ve kitap, ödül ve ceza olmasaydı dini daveti oluşturan ilahi emirler ve nehiylerin hiçbir etkisi olmazdı. Nübüvvet ve tebliğ unsurunun olup olmaması netice itibarıyla aynı olurdu. Belki olmaması daha mantıklı olurdu, zira dini kabul edip kurallarına uymak bir nevi zorluğu ve ağırlığı yüklenmek ve özgürlüğü selbetmektir. Eğer bu dine uymanın eseri olmazsa halk da bu ağırlığı kabul etmeyip doğal özgürlüklerinden el çekmezler.
Buradan anlaşılıyor ki kıyamet gününü hatırlatmak dini davetin aslı kadar önemlidir. Ve yine anlaşılıyor ki kıyamet gününe inanmak, takvalı olmakta ve günahlardan kaçınıp, beğenilmemiş ahlaktan arınmaya en büyük etkendir. Nasıl ki bu günü unutmak veya ona inanmamak her günahın ve suçun kökenidir. Allah-u Teâla Kur'an'da şöyle buyuruyor:
"Allah yolundan sapanlara, soru gününü unuttuklarından dolayı şiddetli bir azap var."[46]
Görüldüğü gibi ayet-i kerimede hesap gününü unutmak, her günahın kaynağı sayılmıştır.
İnsan ve dünyanın yaratılışında, semavi şeriatların hedefinde tefekkür etmek böyle bir günün (kıyamet günü) gelecekte olmasını apaçık ortaya koymaktadır.
Yaratılışta meydana gelen işler üzerinde dikkatle düşündüğümüzde hiçbir işin -ki zorunlu olarak bir nevi hareketi içerir- sabit hedef taşımadan oluşmadığını anlarız. İşin kendisi hiç bir zaman asil ve müstakil olarak kastedilmiş ve istenilmiş olmaz. Devamlı bir hedef ve gayeye mukaddimedir ve o hedefe yönelik bu işler de istenilir. Hatta sathi ve yüzeysel görüşlerin hedefsiz saydığı örneğin doğal fiiller, çocukların oynaması vb. işlere dikkatle bakarsak kendilerine uygun hedef taşıdıklarını görürüz. Genellikle harekete sahip olan doğal fiiller, hareketin hedefi olan hedeflere sahiptirler; çocukların oynamasında da oyunlara uygun hayali ve vehmi hedefler vardır ki, çocuklar oynamakla o hedefe ulaşmak amacındadırlar.
Elbette dünyanın ve insanın yaratılışı, Allah'ın işidir. Allah da hedefsiz ve gayesiz işler yapmaktan, devamlı yaratıp, rızık verip, öldürüp ve yine aynı işi tekrar başlatıp düzeltmekten ve yok etmekten münezzeh ve beridir.
Öyleyse insanın ve dünyanın yaratılışında sabit hedeflerin varlığı kaçınılmazdır. Elbette bu hedeflerin nihai faydaları yine yaratılanlara döner, Allah'a değil. Şu halde diyebiliriz ki insan ve dünya sabit bir yaratılışa, fena ve yokluğu kabul etmeyen yetkin bir vücuda doğru ilerliyor.
Yine dini eğitim açısından halka baktığımızda görürüz ki dini eğitim ve ilahi rehberlik sonucu toplum iki gruba ayrılır: Biri iyi işler yapanlar, diğer grup ise kötü işler yapanlar. Bununla birlikte dünya yaşayışında bu iki grubun arasında hiçbir özellik yoktur. Çoğu zaman ilerleme ve başarı, kötü ve zalim insanlarındır ve iyilik yapmak, bazı zorluklara katlanmakla ve çeşitli zulümleri görüp mahrumiyet çekmekle birliktedir.
Sonuçta ilahi adlin gereği bir başka yaşayışın yaratılmasıdır ki bu iki grubun her biri, yaptıkları ameller karşısında karşılık alsın ve dünya yaşayışlarına uygun bir karşılık da orada görsünler. Allah-u Teâla Kur'an-ı Kerim'de bu iki delile işaret ederek buyuruyor ki:
"Ve biz gökleri ve yeryüzünü ve ikisinin arasındakileri eğlence için, boşu-boşuna yaratmadık. Biz onları, ancak gerçek olarak yarattık ve fakat çoğu bilmez."[47]
"Ve biz göğü ve yeryüzünü ve ikisinin arasındakileri boş yere yaratmadık; bu, kafir olanların zannı; artık vay haline kafirlerin ateşten. İnananlarla iyi işlerde bulunanları, yeryüzündeki bozguncular gibi mi tutacağız, yahut çekinenlere, doğru yoldan çıkanlara ettiğimiz muameleyi mi yapacağız?"[48]
Başka bir ayette iki delili bir arada söz konusu ederek şöyle buyuruyor:
"Yoksa kötülük kazananlar, kendilerini de iman edenler ve iyi işlerde bulunanlarla eşit mi tutacağız dirilikleri de, ölümleri de onlarla bir mi olacak sanıyorlar? Ne de kötü hükmediyorlar. Ve halk etmiştir Allah gökleri ve yeryüzünü gerçek olarak ve herkes kazancına göre karşılık bulsun diye ve onlara zulmedilmez."[49]
6- BİR BAŞKA AÇIKLAMA
Kitabın ikinci bölümünde, Kur'an'ın zahir ve batını hususunda bahsettiğimizde işaret ettik ki Kur'an-ı Kerim'de İslami bilgiler çeşitli metotlarla açıklanmıştır. Bu metotlar genel olarak zahir ve batın diye ikiye ayrılır.
Zahir metoduyla açıklama, bütün halkın aklının anlayabileceği bir açıklama türüdür. Fakat batın metoduyla açıklama, bazı insanlara ait olup ancak manevi hayat ruhuyla idrak edilebilir bir açıklama türüdür.
Zahir metodundan kaynaklanan açıklamalarda Allah-u Teâla varlık aleminin maliki ve yaratılış dünyasının mutlak hakimi olarak tanıtılıyor. Dünyanın yaratıcısı, sayısız melekler yaratmıştır ki O'nun her tarafa verdiği emirleri yerine getiriyorlar; yaratılanların her bölümü ve o bölüme hakim olan düzen onların bir grubuna mahsustur.
İnsan türü de O'nun emirlerine uyup, nehiylerinden kaçınmaları gereken yarattıklarından ve kullarındadır. Peygamberler Allah'ın buyruklarını taşıyanlar, O'nun şeriat ve kanunlarını getirenlerdir. Allah bu kanunları göndermiş ve uygulanmasını istemiştir.
Allah-u Teâla'nın iman ve itaate ödül ve sevap , küfür ve günaha da azap vadinde bulunması ve kesinlikle verdiği vadeleri gerçekleştireceğini buyurması ve yine Allah'ın adaleti, bir başka dünyada, bu dünya hayatında iyilik ve kötülüklerine uygun olarak yaşamayan iyileri ve kötüleri birbirinden ayırıp iyilere ödül verip iyi bir yaşama kavuşturmasını, kötüleri de azap dolu sıkıcı bir hayatta bırakmasını gerektiriyor.
Allah-u Teâla, adaleti gereğince ve verdiği vadelere göre bu dünyada yaşayan insanları istisnasız olarak başka bir dünyada diriltip hakiki olarak aralarında hakla hüküm edecek. Haklının hakkını verip, mazlumun hakkını zalimden alacaktır. Aynen herkese amelinin karşılığını verecek, bir grubu cennete diğer bir grubu da cehenneme gönderecektir.
Şimdiye kadar anlatılan , Kur'an'ın zahir metoduyla açıklama türüdür. Bunların hepsinin doğru olmasını kabul ederek şunu da ekliyoruz ki; bu açıklama, insanın sosyal düşüncesinden kaynaklanan bir takım öğelerden oluşmuş ve düzenlenmiştir ki, faydası daha kapsamlı ve geçerlilik alanı daha geniş olsun.
Gerçekler sahasında adım atanlar ve Kur'an'ın batini dilini biraz olsun anlayanlar, bu açıklamalardan genel insanların kavrayış düzeyini aşan bir takım şeyleri idrak ederler. Kur'an-ı Kerim de bazen anlaşılır açıklamaları arasında bu tür açıklamaların batini anlamlarına işaret ediyor.
Kur'an, farklı işaretleriyle dolaylı olarak şunu belirtiyor ki, yaratılış dünyası -insan da dahil olmak üzere- sürekli kemale doğru ilerlemekte olan tevkini hareketinde tüm parçalarıyla Allah'a doğru hareket etmektedir ve bir gün gelecek ki bu hareket sona erecek; Allah'ın büyüklüğü ve azameti karşısında benliğini ve özgürlüğünü büsbütün kaybedecektir.
Dünyanın parçalarından biri olan ve kendisine özgün kemale, şuur ve ilim vasıtasıyla erişen insan da hızla kendi Rabbine doğru ilerliyor. Hareketini bitirince yegane Allah'ın birliğini ve hakkaniyetini apaçık bir şekilde görecektir. O, her üstün sıfatın, varlık ve tüm güçlerin Allah'a mahsus olduğunu görecektir. Bu vesileyle her şeyin gerçeğini olduğu gibi idrak edecektir.
Ebediyet dünyasının ilk durağı burasıdır. Eğer insan, iman ve salih ameliyle bu dünyada Allah ile kendi arasında kopmaz bir bağ oluşturur, O'nun dostlarıyla kendisi arasında sevgi icat edebilirse yukarı alemde de Allah'ın indinde olup temizlerle beraber olacaktır. Ama eğer bu dünya hayatına bağlanıp temelsiz ve geçici lezzetlerini tercih edip yukarı alemden kopup Allah'la irtibat kurmayıp, iyilerle ülfet edinmezse büyük bir azaba duçar olup, ebedi felakete düşecektir.
Doğrudur ki, insanın iyi ve kötü amelleri bu dünyada geçici ve yok olur niteliğine sahiptir fakat iyi ve kötü amellerin sureti insanın batınında yerleşip devamlı insanla birlikte olur. Bunlar insanın gelecek yaşamının acı ve tatlı sermayesidir.
Söz konusu konuları aşağıdaki ayetlerden elde edebiliriz:
"Şüphe yok ki (mutlak) dönüş, Rabbinedir." [50]
"İyice bilin ki bütün işlerin dönüşü Allah'a doğrudur."[51]
"İşte bugün hüküm Allah'ındır."[52]
"Ey inanmış, şüpheden kurtulmuş can, dön Rabbine, ondan razı olarak ve rızasını kazanmış bulunarak. Artık katıl kullarımın arasına ve gir cennetime."[53]
Kıyamet günü bazı insanlara olunacak hitabı anlatırken şöyle buyuruyor:
"Sen gaflet etmiştin bundan, derken perdeleri kaldırdık gözünden, artık gözün keskindir bugün."[54]
Kur'an-ı Kerim'in tevili (Kur'an'ın kaynaklandığı hakikatler) hakkında şöyle buyuruyor:
"Onlar Kur'an'ın tevilinden başka bir şeye mi bakıyorlar? Ancak onun hakikatleri açıklandığı gün, bunu unutanlar diyecekler ki; Rabbimiz peygamberleri hak gönderdi. Şimdi şefaatçılardan biri var mı ki şefaat etsin bize yahut da tekrar dünyaya dönmemize izin verilse de, ordayken yaptığımız işlerden başka işler yapsak. Onlar zarar edenlerdir ve iftira ettiklerini kaybettiler."[55]
Yine şöyle buyuruyor: "O gün Allah, onlara hak ettikleri mükafatlarını tam verir. Onlar da bilirler ki, Allah apaçık gerçek Hak'tır."[56]
"Ey insan şüphe yok ki sen, Rabbine kavuşmak için çeşitli meşakkatlere düşersin. Sonunda da ona kavuşursun."[57]
"Kim Tanrıya ulaşmayı umarsa, şüphe yok ki Allah'ın takdir ettiği zaman elbette gelecektir."[58]
"Rabbiyle buluşmayı uman, iyi ameller yapsın ve Allah'a kulluk etmesinde kimseyi eş tutmasın."[59]
"Derken o pek büyük felaket (kıyamet) gelip çatınca, insan o gün anlar, hatırlar neye çalıştığını. Ve cehennem, belirtilir görene. Artık kim azmışsa, dünya yaşayışını üstün tutmuşsa, artık cehennemdir onun yeri-yurdu. Ve ama kim, Rabbinin durağından korkup da nefsi, dileğinden çekmişse, şüphe yok ki cennettir onun yeri-yurdu."[60]
Amellerin karşılığının mahiyetini açıklarken şöyle buyuruyor:
"Ey kafir olanlar, bu gün mazeret getirmeyin. Çünkü siz, ancak yaptığınız şeylerle cezalandırılıyorsunuz."[61] (Cezalandırıldığınız şeyler, yapmış olduklarınızın bizzat kendisidir.)
7- YARATILIŞIN SÜREKLİLİĞİ
Gördüğümüz bu evren sonsuz ömre sahip değildir. Bir gün gelecek ki dünya ve ehli buradan göç edecekler. Nitekim Kur'an bunu doğrulayarak şöyle buyuruyor:
"Gökleri, yeri ve bunların arasındakileri hak ile yarattık ve belirli müddet için."[62] (Belirlenen ve sınırlı bir müddet için.)
Acaba bu dünya ve insan nesli yaratılmadan daha önce bir dünya ve insan nesli yaratılmış mıydı? Dünya ve ehli yok olduktan sonra (nasıl ki Kur'an yok olacak haberini veriyor) yeni bir dünya ve insan yaratılacak mı? Bunlar bir takım sorulardır ki cevabında Kur'an-ı Kerim'de işaretten başka açık bir cevap yoktur. Fakat Ehl-i Beyt'ten nakledilen rivayetlerde bu sorulara olumlu cevaplar verilmiştir.[63]


İMAMI TANIMA
1- İmamın Anlamı.
2- İslam Hükümetinde Peygamber'in (s.a.a) Halifesi ve İmamlık.
3- Geçen Konuların Teyidi.
4- İlahi Öğretilerde İmamet.
5- İmam ve Nebi Arasındaki Fark.
6- Amellerin Batınında İmamet.
7- İslam Liderleri ve İmamlar.
8- Kısaca On iki İmamın Hayatı.
9- Genel açıdan Hz. Mehdi'nin Zuhuru.
10- Özel Açıdan Hz. Mehdi'nin Zuhuru.

1- İMAMIN ANLAMI
Bir topluma öncülük yapıp onlara, siyasi veya içtimai yahut ilmi veya dini açıdan önderlik yapan kimseye imam veya lider denir. Elbette bu konuların ortamına bağlı olarak, liderin hareket alanı da daralır veya genişler.
Mukaddes İslam dini -önceki bölümlerde açıklığa kavuştuğu gibi- bütün yönleriyle tüm insanların yaşantısını göz önünde bulundurarak düsturlar vermiştir. Beşerin manevi hayatını inceleyip yol göstermiştir. Maddi yaşantısında kişisel hayatını ve idare sistemini açıkladığı gibi, sosyal yaşantısında da liderlik konusuna (devlet meselesi) müdahale etmiştir.
Söz konusu yönler itibariyle İslam'da imamet ve liderlik konusu üç açıdan incelenebilir: İslam hükümeti, İslami öğretiler ve hükümleri açıklama ve bilahare toplumu manevi hayatında irşad edebilme açılarından.
Şia inancına göre İslami toplumun bu üç yönün hepsine zaruri ihtiyacı olduğu gibi bu konuları ve işleri üstlenen kişi de Allah veya peygamber tarafından tayin olmalıdır. Elbette Peygamber-i Ekrem'in (s.a.a) tayini Allah'ın emri üzerine gerçekleşir.
2- İSLAM HÜKÜMETİNDE PEYGAMBERİN HALİFESİ VE İMAMLIK
Uyumlu bir şekilde yaşayan bir toplumun, devletin, şehrin, köyün, kabilenin ve hatta bir kaç kişiden oluşan ailenin veli ve başkanı olmadan sosyal hayatına devam edemeyeceğini, bu başkanın irade ve istekleri diğer şahsi iradelere hakim olmadıkça ve onları kendi içtimai görevlerine sevk etmedikçe ayakta duramayacağını, kısa bir süre içerisinde bölünüp yok olacağını, herkes fıtratıyla hiçbir şüpheye yer vermeden anlar.
Dolayısıyla toplumun (küçük ve büyük) bekasını düşünen veli ve başkan, geçici veya devamlı olarak toplumundan ayrılmak isterse kuşkusuz kendi yerini boş bırakıp toplumun beka ve zevalına göz yumamaz.
Ev halkını bir kaç gün yada bir kaç ay terk eden aile reisi, bir müessese veya okul müdürü, emri altında birkaç kişi çalıştıran kimse iş yerinden birkaç saatlik de olsa ayrılmak istediğinde yerine birisini tayin edip diğerlerinin ona başvurmalarını ister.
İslam dini Kitap ve Sünnet'in kesin nassına göre fıtrat üzerine kurulu bir dindir. Bunu, İslam'ı tanıyan da, tanımayan da İslam'ın çehresinde müşahede edebilir. Allah ve Resulünün bu dinin toplumsal yönü için verdikleri önem inkar edilemez ve hiçbir şeyle ölçülemez derecede olduğu da bilinmektedir.
Peygamber-i Ekrem (s.a.a) İslam'ın hakim olduğu yerlerde birlik ve beraberliği sağlamayı hiç de unutmadı. İslam hükümeti sınırlarına dahil olan şehir ve köylere en kısa bir zamanda vali tayin edip Müslümanların işini ona havale ediyordu. Hatta cihat için hazırlanan ordulara başkanlık konusunun önemini hatırlatmak için bir kaç tane komutan seçiyordu. Mute savaşına hazırlanan orduya dört komutan seçti, biri şehit düşerse diğerleri sırayla bu görevi üstlenecekti.
Aynı şekilde hilafet konusunu da önemseyerek lüzumlu gördüğü vakitler halifesini tayin etmekten çekinmedi. Medine'den ayrıldığı zaman yerine vali tayin etti. Hatta Mekke'den Medine'ye hicret ettiğinde, kendisine ait olan özel işlerini ayarlamak ve yanında olan emanetleri sahiplerine döndürmek için de Ali'yi (a.s) yerinde vekil kıldı. Aynen vefatından sonraki şahsi işlerini ayarlamak ve borçlarını ödemek için Ali'yi (a.s) vekil tayin etti.
Şia diyor ki, bu delillere göre Peygamber-i Ekrem'in, yerine halife tayin etmeyip Müslümanları başı boş terk ederek, onların toplumunu yönetecek kimseyi tayin etmeden vefat etmesi düşünülemez.
Bir toplumun oluşması, çoğunluğun kabullendiği bir takım ortak gelenek, kanun ve kaidelere bağlı olduğu gibi sebat ve bekası da adalet üzerine kurulan bir hükümete muhtaçtır. Bunun öneminde, hiç bir insan fıtratının şüphesi olamaz. Özellikle İslam şeriatının dikkat ve geniş boyutlu olduğuna, Resul-i Ekrem'in (s.a.a) İslam'a verdiği önem, bu yolda gösterdiği fedakarlıklara, vahiy ve nübüvvet teyidinden geçersek üstün akıl ve güçlü tedbirine bakarsak bu şüpheye hiçbir yer kalmamaktadır.
Ehl-i Sünnet ve Şia kanalıyla (Fiten ve diğer bablarda zikredilen) tevatür derecesine varmış bir çok hadislerden anlaşıldığı üzere, Peygamber-i Ekrem'in (s.a.a) vefatından sonra İslam toplumuna sızacak fitne ve belaları, mukaddes İslam dinini kendi kötülük ve sapıklıklarına feda edecek Al-ı Mervan hükümeti gibi hükümetlerin çıkaracakları fesatları, ayrıntılarına kadar açıklamıştır. Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) kendisinden, yıllarca (belki binlerce yıl) sonra gelecek küçük hadiseleri ve belaları gaflet etmeden söylüyordu. Kendisinden hemen sonra meydana gelecek çok büyük olaylardan gaflet etmesi veya onlara özen göstermemesi düşünülebilir mi? En ufak ve doğal yemek ve içmek gibi işlere müdahale edip yüzlerce emir veriyor da, bu kadar değerli ve önemli konuda susup, yerine halife tayin etmiyor mu?
Ancak muhal ve düşünülmez olmasıyla birlikte Peygamber-i Ekrem'in (s.a.a) halife seçimini ümmetin üzerine bırakmış olması farz edilse bile, yine de bu konuda yeterli düsturlar vermesi gerekirdi. Ta ki İslam ümmeti dinin bekasında ve İslam toplumunun ilerlemesini sağlayan ve dini şiarları yücelten konuda daha da basiretli ve bilgili olsunlar.
Halbuki böyle bir dini emirden ve nebevi açıklamadan hiçbir haber yoktur. Eğer olsaydı Peygamber-i Ekrem'den sonra gelen halifeler o emirleri hiçe saymazlardı. Oysa birinci halife vasiyetle hilafeti ikinci halifeye, dördüncü halife de aynı şekilde oğluna, ikinci halife üçüncü halifeyi altı kişi seçip nizamnamesini hazırladığı bir şura vasıtasıyla başa getirdi. Muaviye İmam Hasan'ı (a.s) barışa mecbur edip böylece hilafeti ele geçirdi. Bundan sonra hilafet irsi saltanata dönüşerek tedricen İslam'ın özen gösterdiği dini şiarlar, cihat, marufu emretmek, münkerden sakındırmak, had uygulama vb. şeyler toplumdan göç etti ve Peygamber'in çektiği zahmetler boşa gitti.[64]
Şia, beşerin doğal kavrayışı üzerinde akıllıların sürüp giden siresini, İslam'ın fıtratı ihya etme amaçlı temel görüşlerini, Resul-i Ekrem'in toplumsal metodunu inceleyerek, vefatından sonra Müslümanların başına gelen üzücü hadiseleri ve hicretin ilk yıllarında İslami hükümetlerin izledikleri yöntemler üzerinde düşünerek şu sonuca varıyor ki; Peygamber-i Ekrem'den (s.a.a) sonraki halife ve imamla ilgili olarak açık ve sarih hüküm vardır. Tevatür derecesine varmış kesin hadisler ve ayetler örneğin Velayet ayeti, Gadir, Sefine, Sakaleyn, Hak, Menzilet, Davet-i Aşire-i Akrabin vb. hadisler bu gerçekle ilgilidirler.[65] Fakat, bir takım nedenler gereğince bunlar gizletilmiş veya şahsi isteklere göre yorumlanmıştır.
3- GEÇEN KONULARIN TEYİDİ
Peygamber-i Ekrem (s.a.a) hastalığının son günlerinde, yanında sahabeden bir kısmı hazırken şöyle buyurdu: "Bana kağıt ve mürekkep getirin, ta ki benden sonra dalalete düşmemeniz için bir şey yazayım." Oradakilerden bazısı, "Peygamber sayıklıyor; Allah'ın kitabı bize kafidir." deyince gürültü koptu. Peygamber de, "Peygamber yanında gürültü olunmaz, kalkın gidin." buyurdular.[66]
Geçen bölümde söz edilen konulara dikkat edilirse Peygamberin maksadının açıklanmasına engel olanların daha sonra seçimle hilafete geçen şahıslar olması özellikle Ali (a.s) ve dostlarına haber vermeden seçimin yapılması ve onları olup bitmiş bir işle karşı karşıya bırakmaları açıkça gösteriyor ki, Peygamberin bu hadisten maksadı kendi halifesini tanıtıp Ali'yi (a.s) hilafete seçmekti.
Peygamberin huzurunda denilen sözden maksat da gürültü çıkarıp Peygamberi kararından vazgeçirmekti. Denilen söz, ciddi olarak kastedilmemişti.
Çünkü evvela, Peygamber-i Ekrem hastalık boyunca hiç bir yersiz söz konuşmadı ve konuştuğuna dair bir şey de rivayet edilmemiştir. Dini açıdan da hiç bir Müslüman ilahi ismetle korunmuş kimseye sayıklama nisbeti veremez.
İkinci olarak da, eğer gerçekten Peygamberin sayıkladığını vurgulamak kastedilmiş olsaydı, "Kur'an bize kafidir" cümlesinin bir anlamı olmazdı. Zira Peygamber'in sözlerinin sayıklama olduğunu ispat etmek için hasta olduğu delil olarak öne sürülürdü, "Kur'an varken Peygamberin sözüne ihtiyacımız yoktur" cümlesi değil. Hiç bir sahabeye, Kur'an'ın, Peygamberi itaati farz birisi olarak bildirmesi gizli kalmamalıdır. Kur'an'ın nassına göre, Peygamber'in sözleri Allah'ın kelamıdır. Allah ve Peygamberi'nin karşısında kimsenin seçme hakkı ve özgürlüğü yoktur.
Üçüncü olarak da, aynı olay birinci halifenin ölüm hastalığında da tekrarlandı. Osman halifenin emriyle onun vasiyetini yazarken halife bayıldı. Bununla birlikte ikinci halife Peygambere söylediği sözü tekrar etmedi.[67]
Kaldı ki, ikinci halife, İbn-i Abbas'ın naklettiği hadiste[68] bu gerçeğe itiraf ederek diyor ki: "Ben anladım ki, Peygamber (s.a.a) Ali'nin hilafetini pekiştirmek istiyor. Fakat ben maslahatı düşünerek bozdum." Yine diyor ki: "Hilafet Ali'nin hakkıydı.[69] O hilafete geçseydi milleti hakka ve doğru yola sürecekti, Ancak Kureyş buna boyun eğmezdi. Buna göre onu hilafetten men ettik."
Halbuki dini ölçülere göre hak yoldan çıkanları hakkı kabul etmeye zorlamalıdırlar, değil ki onlar için hak terk edilsin. Birinci halifeye, Müslüman kabilelerden bazısı zekat vermekten çekiniyorlar haberi verilince onlarla savaşın emrini verdi ve söyledi: "Peygambere verilen devenin ayağını bağlama ipi bana da verilmezse onlarla savaşırım."[70] Bu sözden maksat şu ki, hak ne pahasına olursa olsun yücelmelidir. Elbette şüphe yok ki, hilafet konusu bir ipten daha değerli ve önemlidir.
4- İLAHİ ÖĞRETİLERDE İMAMET
Peygamberi tanıma bölümünde geçti ki, zorunlu ve sabit genel hidayet yasası gereğince, bütün yaratık türleri, tekvin ve yaratılış yoluyla, kendi türünün saadet ve kemaline doğru ilerliyor.
İnsan türü de yaratılış türlerinden biri olduğuna göre bu genel kanundan müstesna olmayıp gerçeklere eğilim ve sosyal tefekkür isteğine sahip olduğu için yaşamında dünyevi ve uhrevi mutluluğunu gerçekleştirecek belirli bir yola hidayet olmalıdır. Bir başka ibareyle şöyle diyebiliriz: insan, insani değerini ve saadetini elde edebilmek için bir takım inanç ve ameli vazifelere muhtaçtır. Ta ki yaşama tarzını ona uydursun. Din denilen hayat programını kavrama yolu da akıl yolu değildir. Beşeriyet dünyasında, peygamber denilen bazı ilahi kişilere verilen vahiy yoludur. Toplumun, insani görevlerini vahiy vasıtasıyla Allah'tan alıp, toplumun saadetini temin etmek amacıyla onlara duyuran ancak peygamberlerdir.
Bu delil, toplumda böyle bir idrakin zorunluluğunu icab ettiği gibi beşeri elin dokunmadığı bu programı koruyup ihtiyaç duyulduğu zaman onlara iletecek şahısların da bu toplumda var olma zorunluluğunu ispat eder.
İlahi lütuf nasıl insani görevleri vahiy vasıtasıyla alıp topluma öğreten şahısların olmasını gerektiriyorsa, aynen bu semavi ve insani görevleri, beşeriyet dünyasında devamlı korumak ve gerektiği zaman topluma öğretmek amacıyla, dini bilen bir takım şahısların da mevcut olmasını gerektiriyor.
Nasıl ki vahiy ruhunu ve nübüvveti üstlenip, Allah tarafından semavi şeriatları ve hükümleri alıp topluma duyurmak görevini teseddi edene "Nebi" denir. Semavi dinleri korumayı üstlenip Allah tarafından bu makama seçilen kimseye de "İmam" denir. Nübüvvet ve imamet makamlarının bir şahısta bulunmasının mümkün olduğu gibi ayrı ayrı şahıslarda olması da mümkündür.
Peygamberlerin masum olmasını ispat eden delil, imamın masum olmasını da ispat eder. Çünkü Allah (c.c), tüm zamanlar için dini tahrif olmadan bildirmelidir ve bu, ilahi masumiyet ve ismet olmaksızın gerekleşmez.
5- İMAM VE NEBİ ARASINDAKİ FARK
Peygamberler vasıtasıyla alınan semavi şeriatlar ve hükümlerle ilgili sunulan delil yalnız vahyin aslını yani semavi hükümlerin alınmasını ispat eder, onun sürekliliğini ve her zaman için olacağını ispat etmez. Fakat dini korumak süresiz ve devamlı olmalıdır. Buna göre her asırda toplumun içerisinde peygamberlerin olması gerekli değildir. Ama dini koruması gereken imamet makamı toplumda olması gerekli olduğu gibi, toplumda imamın olması da zaruridir ve toplumun bu imamı tanıyıp tanımaması sonucu değiştirmez. Allah-u Teâla Kur'an'da şöyle buyurmaktadır:
"Eğer onlar (küfredenler) bunları tanımayıp küfre sapıyorlarsa, andolsun, biz buna (karşı) küfre sapmayan bir kavmi vekil kılmışızdır."[71]
İşaret edildiği gibi nübüvvet ve imamet makamı bir şahısta bulunabilir. Bir şahıs peygamberlik ve imamlık (şeriatı Allah'tan alma ve koruma) makamlarına bir zamanda sahip olabildiği gibi başka şahıslarda da, bu iki makamın olması mümkündür. Peygamberlerin sayısı sınırlıdır. Buna göre de peygamber olmayan asırda, hak imamın olması gereklidir. Allah-u Teâla, Kur'an-ı Kerim'de peygamberlerin bir kısmını imamet makamıyla överek şöyle buyuruyor:
"Hani Rabbi, İbrahim'i bir takım kelimelerle denemeden geçirmişti. O da bunları tam olarak yerine getirmişti. (O zaman Allah İbrahim'e) "Seni şüphesiz insanlara imam kılacağım" demişti. (İbrahim) "ya soyumdan olanları?" deyince, Allah "Benim ahdim zalimlere erişmez" demişti."[72]
Ve yine buyuruyor ki:
"Ve onları, kendi emrimizle hidayete yönelten imamlar kıldık."[73]
6- AMELLERİN BÂTININDA İMAMET
İmam, insanların amellerinin zahirine önder olduğu gibi batınında da önderlik ve imamlık makamına sahiptir. Batın yoluyla Allah'a doğru hareket eden insanlık kafilesinin önünde hareket eden imamdır.
Bu hakikatin aydınlığa kavuşması için aşağıdaki iki mukaddimeye dikkat etmeliyiz.
Birincisi: Şüphe yok ki İslam ve sair semavi dinlere göre insanın, ebedi ve gerçek mutluluğunun ve şekavetinin bir tek vesilesi onun iyi ve kötü amelleridir. İyilik ve kötülükleri, semavi dinlerin öğretmesinin yanı sıra, insan kendi fıtratıyla da onları idrak edebilir.
Allah vahiy ve nübüvvet yoluyla bu amelleri, beşeri tefekkür tarzına uygun içtimai dilimizle, emir, nehiy, övme ve kötüleme şeklinde açıklamıştır. İtaat edenlere, insanın kemali isteklerinin hepsini içeren ebedi ve tatlı bir hayatı müjdeleyip, zalimlere ve kötü amelli insanlara her türlü başarısızlığı, ebedi ve acı hayatı içeren bir haber veriyor.
Şüphesiz her türlü tasavvurdan yüce olan Allah'ın, bizim gibi sosyal tefekkürü yoktur. Bu kulluk ve efendilik, emir ve itaat etme, emir-nehiy, ceza ve ödül konuluşu, toplumsal yaşantımız dışında mevcut değildir. Allah'ın makamı, yaratma makamıdır. O'nda her türlü varlığın varlığı, gerçek bağlantılara göre Allah'ın yaratmasına bağlıdır.
Kur'an-ı Kerim'in[74] ve Peygamber-i Ekrem'in (s.a.a) işaret ettikleri gibi, din bizim doğal akıllarımızın anlayamayacağı bir takım gerçekleri ve eğitileri içermiştir, anlayabileceğimiz ve fikrimiz dengesinde de nazil olmuştur.
Buradan şu sonuca varmalıyız ki: İyi ve kötü ameller ile ebedi hayat ve özellikleri arasında gerçek bir irtibat vardır ve o dünyada iyi ve kötü hayat Allah'ın iradesiyle o amellere bağlıdır.
Kolay bir ibareyle şöyle diyebiliriz: İyi ve kötü ameller insanın kalbinde insanın geleceğini belirten gerçekleri oluşturur. İnsan bilse de bilmese de eğitilen bir çocuğa benzer. Çocuk velisinden aldığı yap-yapma emirlerini duymaktan ve yaptığı işlerden başka bir şey anlamaz. Ama eğitilip bir takım karakteristik haletleri kendisinde hazırlayıp, toplumun içerisine düştüğünde mutlu bir hayata erişmiş olur ve eğer bunun hayrını isteyen velisinin emirlerine uymazsa, toplumda bedbahtlıktan başka bir şey elde edemez.
Veyahut doktorun emriyle özel yemeklere, ilaçlara ve spora görevlenen hastaya benzer. Hasta bunları uygulamaktan başka bir şey yapmıyor ancak, bunları uyguladıktan sonra vücudunda düzenli bir sağlık elde edip her çeşit mutluluğa ve iyiliğe kavuşur.
Kısacası insan, dünyevi hayatıyla birlikte amellerinin kaynaklanıp, ilerleyip ve bilahare uhrevi hayatında mutluluğunu veya felaketini kesinleştiren, manevi bir hayata da sahiptir.
Kur'an-ı Kerim de aklın kavradığı bu gerçeği teyit ederek bir çok ayetlerde[75] iman ehline ve iyilik sevenlere bu ruhtan daha aydın bir ruh ve hayattan daha yüce bir hayat ispat ettiği gibi amellerin batını sonucunu devamlı insanla birlikte biliyor. Peygamber-i Ekrem'in bir çok hadislerinde de buna işaret edilmiştir. [76]
İkincisi: Bizler bazılarını iyi veya kötü işe davet ederiz ama kendimiz birçok zamanda dediğimiz şeye amil olmayız. Fakat peygamberler ve imamlar hiçbir zaman emrettikleri şeyi terk etmezler. Çünkü hidayet ve liderlikleri Allah'ın emriyledir. Onlar toplumu hidayet ettikleri dinle kendileri de amel ediyorlar. Toplumu davet ettikleri manevi hayata kendileri de sahip olmalıdırlar. Zira Allah bir kimseyi hidayet etmedikçe toplumun hidayetini ona havale etmez ve Allah'ın özel hidayeti hiçbir zaman yok olmaz.
Bu açıklamalardan şu sonuçları çıkarabiliriz:
1- Her ümmette o ümmetin peygamberi ve imamı, toplumu davet ettikleri dinin, manevi hayatın en üstün derecesine sahip olmalıdırlar. Çünkü davet ettikleri şeye gerektiği şekilde amel edip manevi hayatına sahiptirler.
2- Önder ve toplumda birinci oldukları için herkesten daha üstündürler.
3- Allah'ın emriyle ümmetin imamlığını kabul eden şahıs toplumun zahiri amellerinde önder olduğu gibi manevi hayatlarında da onların önderidir ve amellerin gerçeği onun imamlığıyla seyreder.[77]
7- İSLAM LİDERLERİ VE İMAMLAR
Geçen bölümlerden aldığımız sonuç gereği İslam dininde Peygamber-i Ekrem'den (s.a.a) sonra İslam ümmeti içerisinde Allah tarafından bir imam (nasbedilmiş önder) vardır. Peygamber-i Ekrem'den (s.a.a) rivayet edilen hadislerde,[78] imamların sıfatları, sayıları, hepsinin Kureyş kabilesinden ve Peygamber'in (s.a.a) Ehl-i Beyti'nden oldukları ve onların sonuncusunun da Hz. Mehdi (a.s) olduğu yer almıştır.
Aynı şekilde Peygamber-i Ekrem'den (s.a.a) birinci imam olan Hz. Ali'den (a.s) hakkında[79] bir çok naslar vardır. Peygamber'den (s.a.a) ve Ali'den (a.s) ikinci imamın imamlığında ve diğer imamların hakkında bir çok hadisler vardır. İmamlar da kendilerinden sonraki imamı tayin etmişlerdir.
Bu nasslar gereğince, İslam'ın rehber ve önderleri on iki kişidir, mukaddes isimleri şunlardır:
1- Ali b. Ebu Talib.
2- Hasan b. Ali.
3- Hüseyin b. Ali.
4- Ali b. Hüseyin.
5- Muhammed b. Ali.
6- Cafer b. Muhammed.
7- Musa b. Cafer.
8- Ali b. Musa.
9- Muhammed b. Ali.
10- Ali b. Muhammed.
11- Hasan b. Ali.
12- Mehdi b. Hasan.
Hepsine Allah'ın selamı olsun.
[1]- Allah-u Teâla Kur'an'da bu tür burhana işaret ederek şöyle buyurmuştur:
"Peygamberleri dediler; gökleri ve yeryüzünü yaratan Allah'ta şüphe edilir mi? (O, gökleri ve yeryüzünü yokluktan yaratmıştır)." (İbrahim/10)
[2]- Allah-u Teâla şöyle buyuruyor: "Şüphe yok ki, göklerde ve yeryüzünde deliller var elbet inananlara. Ve sizin yaratılışınızda ve yürüyen mahlukatı yayışında iyice inanıp anlamış topluluğa deliller var. Ve geceyle gündüzün, birbiri ardınca gelip gitmesi ve Allah'ın, gökten, rızka ait yağmur yağdırıp da o sayede ölümünden sonra yeryüzünü diriltmesi ve rüzgarı dilediği yerden dilediği yere estirmesi, delillerdir akıl eden topluluğa. İşte bunlar, Allah'ın ayetleridir ki gerçek olarak okuyoruz sana; Allah'ın sözünden ve delillerinden sonra hangi söze inanırlar ki?" (Casiye/3-6)
[3]- Cemel savaşında bir Arap Müminlerin emiri Hz. Ali'ye (a.s) yaklaşarak "Ey Emir-el Müminin, sen Allah'ın bir olduğunu mu söylüyorsun?" diye sordu. (Bunu duyanlar) her bir taraftan "Hz. Ali'nin (a.s) fikrinin ne kadar meşgul ve dağınık olduğunu görmüyor musun?" diyerek üzerine yürüdüler.
Emir-el Mü'minin "Onu kendi haline bırakın" diye buyurdular. "Çünkü bu arabın sorduğu soru, bu cemaatle uğruna savaştığımız amaçla ilgilidir." Sonra Arab'a şöyle buyurdu: "Allah birdir" sözü dört anlam taşıyabilir: Bu anlamlardan ikisi yanlış ve diğer ikisi doğrudur. İlk yanlış mana, "Allah birdir" sözüyle sayı ve rakamın kastedilmesidir. Bu anlam doğru değildir, çünkü ikincisi olmayan bir varlık, rakam ve sayıyla ölçülemez. Allah'ın
[4]- İmam Sadık (a.s) şöyle buyuruyor: "Allah, sabit bir varlıktır. İlmi O'nun kendisidir, herhangi bir malum olmadığı halde bile. Duyma sıfatı O'nun kendisidir, duyulacak bir şey yokken. Görme sıfatı O'nun kendisidir; görülecek şey yokken. Kudreti O'nun kendisidir, makdur olmadığı halde." (Bihar, c.2, s.125)
Bu hususta, Ehl-i Beyt'ten elimize ulaşan sayısız hadisler vardır. Nehc-ül Belağa, Uyun-u Ahbar-ır Rıza, Tevhid-i Saduk ve Bihar 2. cilte müracaat edilsin.
[5]- İmam Muhammed Bakır (a.s), İmam Cafer Sadık (a.s) ve İmam Rıza (a.s) şöyle buyuruyorlar: "Allah-u Teâla karanlıkla karışmayan bir nur, cehli bulunmayan bir ilim ve ölümü olmayan bir hayattır."
İmam Rıza (a.s) şöyle buyuruyor: "Halkın görüşleri Allah'ın sıfatı hakkında üçe ayrılır: Bir grup Allah'a sıfat isnat ederler ama mahlukata benzetmekle. (Allah'ın sıfatını yaratılmışların sıfatı gibi bilirler). Diğer bir grup, sıfatı Allah'tan nefy ederler. Üçüncüsü ve doğru görüş: Allah'ı diğerlerine benzetmeksizin sıfatı ispatlamaktır." (Bihar, c.2, s.94)
[6]- İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyuruyor: "Yüce Allah, zaman, mekan, hareket, intikal ve sükunla nitelendirilmez. Çünkü bütün bunların yaratıcısı,O'dur." (Bihar, c.2, s.96)
[7]- İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyuruyor: "Allah kendi zatında bir malum olmadığı halde alim idi. Herhangi bir mağdur olmadığı halde (kudreti belirten bir mahluk yaratmamışken) güçlüydü." Rivayet eden "O Mütekellim idi" söylediğinde "Kelam hadistir," diye buyurdu. "Allah vardı ama mütekellim değildi. Daha sonra kelamı icat etti." (Bihar, c.2, s.147)
Hz. İmam Rıza (a.s) şöyle buyurmuştur: "İrade halkta düşüncedir. Düşünce sonrası iş gerçekleşir. İrade Allah'tan icat etmektir. Çünkü Allah'da bizim gibi düşünüp taşınma yoktur." (Bihar, c.2, s.144)
[8]- A'raf/54.
[9]- Bakara/117.
[10]- Ra'd/ 41.
[11]- Kamer/49.
[12]- Hicri 21.
Hz. İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyuruyor: "Allah-u Teâla bir şeyi irade ettiğinde, onu mukadder eder (ölçüsünü belirler). Takdir ettiğinde, kazasını belirtir (hüküm verir). Hükmünü verdiğinde, onu uygular." (Bihar, c.3, s.34)
[13]- Bihar-ül Envar, c.4, s.197.
Yezid-i Şami kanalıyla İmam Muhammed Bakır (a.s), İmam Cafer Sadık (a.s) ve İmam Ali b. Musa Rıza'nın (a.s) şöyle buyurduğu nakledilmiştir: "Allah'ın merhameti, kendi kullarını günahları işlemeye zorlayıp sonra onları azab etmenin çok çok üstünde bir şeydir. (Böyle bir şey onun merhametiyle çelişmektedir). Yine Allah'ın izzeti ve yüceliği, bir işi irade edip de onun olmamasının üstünde bir şeydir (Allah'ın dilediği her şey olur.)" (Bihar, c.3, s.6)
Yine İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyuruyor: "Allah-u Teâla, halkı güçlerinin üstünde bir şeye yükümlü etmekten daha yüce ve irade etmediği şeyin olmasından daha üstün bir izzet sahibidir." İki Cebir ve Tefviz mezheplerine işarettir.) (Bihar, c.3, s.15)
[14]- Taha/50.
[15]- A'la/2-3.
[16]- Bakara/148.
[17]- Duhan/38-39.
[18]- Her insan ferdi, hatta en aşağı fikirlileri dahi tabiatları gereği dünyanın barış ve mutluluk içinde olmasını severler. Felsefi açıdan da istek ve meyil iki taraflı sıfatlardır. İstek ve istenilen, seven ve sevilen gibi. Ve açıktır ki istenilen olmasaydı, istek de olmazdı. Kemal olmasaydı, noksanlığın manası olmazdı.
[19]- Zuhruf/32.
[20]- Mearic/21.
[21]- Nisa/162-164.
[22]- En'am/87.
[23]- Cin/26-28.
[24]- Kitabın "Giriş" bölümüne bakınız.
[25]- Maide/48.
[26]- Fussilet/42.
[27]- Ahzab/40.
[28]- Nahl/89.
[29]- Şura/12.
[30]- Ahzab/7.
[31]- Meşhur rivayette "Fakirlik benim iftiharımdır." buyurmuştur. Bu bölümün konuları hakkında, İbn-i Hişam ve Halebi'nin sirelerine, Bihar-ül Envar'ın 6. cildine ve diğer kitaplara bakınız.
[32]- Allah-u Teâla şöyle buyuruyor: "Doğru söylüyorlarsa, onun gibisini getirsinler." (Tur/34)
"Yoksa diyorlar ki, Muhammed Allah'a iftira ediyor. De ki: "Öyle ise siz de uydurulmuş on sure getirin ve eğer doğru iseniz Allah'tan başka çağırabildiklerinizi de yardıma çağırın." (Hud/13)
"Yoksa onu Peygamber uydurdu mu diyorlar? Sen de deki: Öyle ise siz de onun gibi bir sure getirin." (Yunus/38)
176- Nasıl ki, Kur'an Arap hatiplerinden naklen şöyle buyuruyor: (Velid, uzun uzun düşündükten sonra hakka sırt çevirerek şöyle) dedi: "Bu Kur'an sihirden başka bir şey değildir. Bu Kur'an insan kelamından başka bir şey değildir." (Müddessir/24-25)
177- Nasıl ki Kur'an, Peygamber'in diliyle şöyle buyuruyor:
"Ben bisetten önce bir ömür sizin aranızda yaşadım acaba düşünebiliyor musunuz?" (Yunus/16)
"Kur'an nazil olmadan önce sen okuyamıyor ve yazamıyordun." (Ankebut/48)
Ve yine buyuruyor: "Kulumuza indirdiğimiz kitapta şüphe ediyor iseniz, siz de onun gibi birisinden bir sure getiriniz." (Bakara/23)
178- "Hala mı düşünmezler Kur'an'ı? Allah katından gayri bir yerden gelseydi onda, birbirini tutmaz birçok şeyler bulurlardı." (Nisa/82)
179- Bihar, c.2, Bab-ul Berzah.
180- Mu'minun/12-14.
181- Secde/11.
182- İsra/85.
183- Yasin/82- 83.
[41]- Bihar, c.2, s.161, Şeyh Saduk'un "İtikadat" kitabından naklen.
[42]- Bihar, c.2, Bab-ul Berzah.
[43]- Bihar, c.2, Bab-ul Berzah.
187- Al-i İmran/169-171.
188- Mu'minun 99-100.
189- Sad/26.
190- Duha/ 48.
191- Sad/27.
192- Casiye/21-22.
193- Alak/8.
194- Şura/53.
195- İnfitar/19.
196- Fecr/27-30.
197- Kaf/22.
198- A'raf/53.
199- Nur/25 .
200- İnşikak/6.
201- Ankebut/5.
202- Kehf/110.
203- Naziat/34-41.
[61]- Tahrim/7.
205- Ahkaf/3.
[63]- Bihar-ul Envar Kompani baskısı, c.14, s.79.
[64]- İslam Hükümeti, Resul-i Ekrem'den (s.a.a) sonra halifelik ve imametle ilgili konularda aşağıdaki kaynaklara müracaat ediniz: Yakubi Tarihi, c.2, s.26-61. Sire-i İbn-i Hişam, c.2, s.223-271. Ebu'l Fida Tarihi, c.1, s.126. Gayet-ul Meram, s.664. Müsned-i Ahmed b. Hanbel ve diğerlerinden naklen.
[65]- Hz. Ali'nin hilafetini ispat edecek bir çok ayetler delil olarak gösterilmiştir. Onlardan biri, Maide suresinin 55. ayetidir. Allah-u Teâla şöyle buyuruyor: "Sizin veli ve sahibiniz Allah, Resulü ve namaz kılıp rukü halinde zekat veren mu'minlerdir."
Şia ve Ehl-i Sünnet müfessirleri ittifak etmişlerdir ki bu ayet-i kerime, Ali'nin (a.s) fazileti hakkında nazil olmuştur. Şia ve Sünni kanalıyla bunu belirten bir çok hadis nakledilmiştir. Ebuzer-i Gaffari diyor ki: "Bir gün camide öğle namazını Peygamber (s.a.a) ile kıldık, dilencinin birisi cemaatten yardım istedi. Fakat yardım göremeyince "İlahi, Peygamberin camisinde bana yardım eden olmadı. Sen şahit ol" dedi. Ali b. Ebu Talib rüku halindeydi, parmağıyla dilenciye işaret etti. Dilenci de yüzüğü alarak gitti. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) bu durumu görüyordu; başını kaldırarak şöyle buyurdu:
"Ya Rabbi, kardeşim Musa (a.s) sana "İlahi, kalbimi genişlet işimi kolaylaştır, dilimin bağını çöz de anlasınlar sözümü iyice, ailemden birini vezir et bana; kardeşim Harun'u" dediğinde "Biz sana kardeşini yardımcı verdik ki kuvvetlenesin vahyedildi."
Peygamber "Rabbim, ben de senin Resulünüm; kalbimi genişlet, işlerimi kolaylaştır. Ali'yi yardımcım ve vezirim kıl." buyurdu." Ebuzer diyor ki: "Henüz Peygamber'in sözleri bitmeden bu ayet-i kerime nazil oldu." (Zehair-ul Ukba, Taberi Tarihi, Kahire baskısı, 1356. Yıl, s.16.)
Aynı hadis az bir farkla ed- Durr-ul Mensur, c.2, s.293'de yazılmıştır. Behrani Gayet-ul Meram kitabında s.103'de 24 hadis Sünnilerden ve 19 hadis Şiilerden yazarak bu ayetin Ali (a.s) hakkında olduğunu açıklıyor.
Ali (a.s) hakkında nazil olan ayetlerden biri de şudur:
"Bugün kafirler dininiz yüzünden meyus olmuşlardır. Artık sizde korkmayın onlardan, benden korkun. Bu gün dininizi ikmal ettim, size verdiğim nimetimi tamamladım, İslam'ı size din olarak verip buna razı oldum." (Maide/3)
Ayetin zahirinden anlaşılıyor ki, ayet nazil olmadan önce kafirler İslam'ın yok olacağı bir günün ümidindeydiler. Fakat Peygamber-i Ekrem'in (s.a.a) bugündeki hareketi onları İslam'ın yıkılmasından tamamen meyus etti. O iş İslam'ın kemal ve istihkamına neden oldu. Şüphesiz bu iş cüzi bir hükmün açıklanması olmayıp dinin bekası ona bağlı olan çok mühim ve değerli bir konu olması gerekir.
Maide suresinin sonlarındaki yetmiş ikinci ayet, bu ayetle ilintili olsa gerek:
"Ey Peygamber, bildir, sana rabbinden indirilen emri ve eğer bu tebliği ifa etmezsen O'nun elçiliğini yapmamış olursun ve Allah seni insanlardan korur."
Bu ayet işaret ediyor ki Allah, İslam'ın esası ve risaletin bağlı olduğu çok mühim ve değerli bir konuyu Peygamberine emretmiş. Fakat çok önem taşıdığı için Peygamber, bazılarının tepkisinden çekinerek münasip bir zamanda bildirmek amacıyla bu emri bildirmeyi geciktiriyordu. Fakat Allah'ın müekked emri geldi ki, kimseden korkmadan bu emri bildir ve geciktirme. Bu önemli konu, kesinlikle bir kaç hükmün açıklanması değildir. Çünkü bir kaç hükmün açıklanması İslam'ın bekasına neden olacak kadar önem taşımadığı gibi, Peygamber-i Ekrem (s.a.a) de onu açıklamakta kimseden korkmazdı.
Bu ipuçları ve şahitler, bu ayetlerin Gadir-i Hum'da Ali'nin (a.s) velayeti ve hilafeti hakkında nazil olmasını belirten rivayetlere teyittir. Ve bunu bir çok Şii ve Sünni müfessirler kitaplarında yazmışlardır. Ebu Said-i Hudri diyor ki: "Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Gadir-i Hum'da milleti, Ali'ye (a.s) biat etmeğe sesledi ve Ali'nin kolunu o kadar kaldırdı ki Peygamber'in koltuğunun altı gözüktü. Daha sonra bu ayet-i kerime nazil oldu: "Bugün dininizi ikmal ettim, size verdiğim nimetimi tamamladım, İslam'ı size din olarak verip buna razı oldum."
Daha sonra Peygamber, "dinin kamil olmasından, nimetin tamamlanmasından, Allah'ın razı olmasından ve Ali'nin (a.s) velayetinden sevinip "Allah-u Ekber" diyerek sözlerine şöyle devam etti: "Ben her kimin velisi ve sahibi isem, benden sonra Ali (a.s) onun mevlası ve sahibidir. Rabbim, Ali'yi seveni sev, düşmanıyla düşman ol, yardım edene yardım et ve terk edeni sen de terk et."
Behrani, Gayet-ul Meram kitabında s.336'da altı hadis Ehl-i Sünnet ve on beş hadis Şia kaynaklarından bu ayetin nüzul sebebinde getirmiştir.
Kısacası: İslam'ı yok etmek için her işe başvuran düşmanlar, her yönden meyus oldularsa da, İslam'ın sahip ve koruyucusu olan Peygamber-i Ekrem'in (s.a.a) ölümünden sonra İslam'ın sahipsiz kalıp, yok olacağına ümitliydiler. Fakat Gadir-i Hum onların endişelerini batıl etti. Yüce Peygamberimiz, Ali'yi (a.s) İslam'ın sahibi ve velisi olarak Müslümanlara tanıttı. Bundan sonra da bu ağır vazife Ali'nin (a.s) soyundan gelen Peygamberin Ehl-i Beyti'ne aktarıldı. Daha fazla bilgi edinmek için "El-Mizan" tefsirinin c.5, s.177-214 ve c.6, s.50-64'e müracaat ediniz.
Gadir Hadisi: Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Veda haccından dönerken Gadir-i Hum denilen bir noktada durup Müslümanlar toplandıktan sonra bir hutbe okuyarak Ali'yi (a.s) Müslümanların imamlığına ve velayet makamına tayin etti.
Burâ diyor ki: "Veda haccında Peygamber-i Ekrem'in (s.a.a) huzurunda idim. Gadir-i Hum'a vardığımızda Resulullah o yerin temizlenip, toplantıya hazırlanmasını istedi. Sonra Ali'yi (a.s) sağ tarafına alıp elini tutarak kaldırdı ve buyurdu: "Acaba ihtiyarınız benim elimde değil midir?" Orada bulunanlar "Evet bizim ihtiyarımız senin elindedir." diye cevap verdiler. Sonra buyurdu: "Ben kime sahip ve mevla isem, Ali de onun sahibi ve mevlasıdır. İlahi, onun dostuyla dost ve düşmanıyla düşman ol." Sonra Ömer b. Hattab Ali'ye (a.s) şöyle söyledi: "Bu makama seçilmeni tebrik ediyorum. Sen benim ve bütün müminlerin mevlası oldun."
El-Bidayet-ü ven-Nihaye, c.5, s.208 ve c.7, s.346. İbn-i Sabbağ'ın Fusul-ul Mühimme kitabı, c.2, s.23. Nesai'nin Hasais kitabı, Necef baskısı 1369 H. yılı, s.31. Behrani, "Gayet-ul Meram" kitabında s.79'da bu hadisin benzerini Ehl-i Sünnet kaynaklarından seksen dokuz ve Şia kitaplarından kırk üç kanaldan aktarmıştır.
Sefine Hadisi: İbn-i Abbas diyor ki, Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: "Ehl-i Beyti'min misali, Nuh'un gemisi gibidir. Bu gemiye binen kurtulur, binmeyen boğulur."
Zehair-ul Ukba, s.20. Es-Sevaik-ul Muhrika, Kahire baskısı, s.150 ve 84. Tarih-ul Hulefa, s.307. Nur-ul Ebsar, Mısır baskısı, s.114. Behrani "Gayet-ul Meram" kıtabında s.237'de bu hadisi on bir kanalla Sünni ve yadi kanalla Şia kaynaklarından aktarmıştır.
Sekaleyn Hadisi: Zeyd b. Erkam diyor ki, Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: "Allah, beni kendisine davet etmiş, icabet etmek gerekir. Fakat sizin içinizde iki büyük ve değerli emanet bırakıyorum:Allah'ın Kitabı ve Ehl-i Beytim. Bunlarla davranışınıza dikkat edin. Bu ikisi Kevser'de bana varıncaya dek birbirinden ayrılmazlar."
El-Bidayet-u ven-Nihaye, c.5, s.209. Zehair-ul Ukba, s.16. Fusul-ul Mühimme, s.22. Hasais, s.30. Es-Savaik-ul Mührika, s.147. Bu konuda Gayet-ul Meram kitabında 39 hadis Ehl-i Sünnet'ten ve 82 hadis Şia'dan nakledilmiştir.
Sekaleyn hadisi, çeşitli senetler ve değişik ibarelerle Ehl-i Sünnet ve Şia'nın doğruluğuna inandıkları üzerinde tartışılmayan hadislerdendir. Bu ve benzeri hadislerden bir kaç önemli konuyu anlayabiliriz:
1- Kur'an-ı Kerim kıyamet gününe kadar halkın içinde kalacağı gibi Peygamberin Ehl-i Beyti de kıyamet gününe kadar kalmalıdır. Yani, hiçbir zaman yeryüzü imamsız ve gerçek öndersiz kalmayacaktır.
2- İslam Peygamberi bu iki büyük emanetle ümmetin dini ve ilmi ihtiyaçlarını giderdi ve Ehl-i Beyt'i Müslümanların ilmi mercii tanıtarak onların amellerini ve buyruklarını muteber kıldı.
3- Ehl-i Beyt ve Kur'an hiçbir zaman birbirinden ayrılmamalıdır. Hiçbir Müslümanın, onların hidayet ve ilim gölgesi altından ayrılıp kendisini müstağni bilmeye hakkı yoktur.
4- İnsanlar eğer Ehl-i Beyt'e uyarlar ve onların buyruklarına sarılırlarsa, delalete düşmezler. Çünkü hak devamlı onlarla birliktedir.
5- İnsanların dini ve ilmi ihtiyaçları Ehl-i Beyt aracılığıyla giderilir. Onların izcisi dalalete düşmez ve gerçek saadete erişir. Yani, Ehl-i Beyt hata ve yanlışlığa düşmezler ve bu da Ehl-i Beyt'ten, Peygamberin bütün evladının ve akrabasının kastedilmediğine dair bir ip ucudur. Onlar dini önderliğe yakışan, dini ilimlerde yetkin, hata ve günaha düşmeyen belirli kimselerdir. Bunlar, Ali b. Ebutalib ve sırayla imamet makamına gelen on bir evladır. Nitekim hadislerde de bu zatların kastedildiği yer almıştır. Örneğin, İbn-i Abbas diyor ki, Peygamberden "Sevilmesi farz olan akrabaların kimlerdir?" diye sorduğumda şöyle buyurdu: "Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin." (Yenabiu'l Mevedde, s.311) Cabir Resulullah'ın şöyle buyurduğunu nakleder: "Allah, bütün peygamberlerin soyunu kendi sulbünde kararlaştırdı. Fakat benim soyumu Ali'nin sulbünde kararlaştırdı." (Yenabiu'l Mevedde, s.318)
Hak Hadisi: Ümmü Seleme diyor, Resulullah'tan duydum ki buyurdu: "Ali Hak ve Kur'an'la beraberdir, Hak ve Kur'an da Ali ile beraberdir; Kevser'de bana varıncaya dek birbirlerinden ayrılmazlar."
Gayet-ul Meram kitabı s.539'da bu mezmunda Ehl-i Sünnet'ten 14 hadis ve Şia'dan 10 hadis nakledilmektedir.
Menzilet Hadisi: Sa'd b. Vakkas diyor ki, Peygamber Ali'ye şöyle buyurdu: "Sen benim yanımda, Harun'un Musa'nın yanında olduğu gibi olmaya razı değil misin? Ancak benden sonra peygamber gelmeyecektir."
El-Bidayt-u ven Nihaye, c.7, s.339. Zehair-ul Ukba, s.63. Fusul-ul Mühimme, s.21. Genci-i Şafii'nin Kifayet-ut Talib kitabı, s.148-154. Hasais-un Nisai, s.19-25. Gayet-ul Meram sahibi s.109'da yüz hadis Ehl-i Sünnet'ten ve yetmiş hadis de Şia'dan nakletmiştir.
Akrabayı Davet Hadisi: Bir gün Resul-i Ekrem (s.a.a) akrabalarını yemeğe davet etti. Yemekten sonra onlara şöyle buyurdu: "Benim size getirdiğimden daha iyisini hiç kimse kavmine getirmemiştir. Allah, sizi O'na çağırmamı emretmiştir. Kim bu işte bana yardım ederse, kardeşim, vasim ve benden sonra sizin içinizde halifem olacak." Oradakilerin hepsi sustu. Fakat Ali (a.s) hepsinden küçük olmasına rağmen ayağa kalkıp şöyle dedi: "Ben senin vasin ve yardımcın olmayı kabul ediyorum." Daha sonra Peygamber, elini Ali'nin omzuna koyarak buyurdu ki: "Bu, benim kardeşim, vasim ve halifemdir; ona itaat etmelisiniz." Cemaat kalkıp giderken gülerek Ebu Talib'e diyorlardı ki: "Muhammed, sana kendi oğluna itaat etmeyi emretti." (Ebu'l Fida Tarihi, c.1, s.116)
Böyle hadisler çoktur. Örneğin, Hüzeyfe diyor ki, Peygamber ((s.a.a) şöyle buyurdu: "Eğer Ali'yi benim halifem etseniz, ki bunu yapacağınızı zannetmiyorum, onu, basiretli ve sizi doğru yola hidayet edecek kişi bulursunuz." (Ebu Nuaym'ın Hilyet-ül Evliya kitabı, c.1, s.64. Kifayet-üt Talib, Necef baskısı, yıl 1356, s.67.)
İbn-i Mürdeveyh diyor ki, Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: "Benim yaşamım gibi yaşayıp, ölümüm gibi ölmek isteyen ve cennet ehlinden olmayı seven kimse, benden sonra Ali'yi sevsin ve Ehl-i Beytime tabi olsun. Çünkü onlar benim itretimdirler ve benim çamurumdan yaratılmışlar. Benim ilmim ve anlayışım onlara nasip olmuştur. Onların faziletlerini yalanlayanlara yazıklar olsun, ki onlar asla benim şefaatıma erişmeyeceklerdir." (Müsned-i Ahmed b. Hanbel'in haşiyesinde yazılan "Müntahab-u Kenz-il Ümmal" kitabından naklen, c.5, s.94.)
[66]- El-Bidayet-ü ven-Nihaye, c.5, s.227. Şerh-i Nehc-ül Belağa, İbn-i Ebi'l Hadid, c.1, s.133. El-Kamil fit-Tarih, c.2, s.217. Taberi'nin "Tarih-ur Rüsül-i vel-Muluk" kitabı, c.2, s.436.
[67]- İbn-i Esir'in El-Kamil kitabı, c.2, s.292, Şerh-i Nehc-ül Beğa, İbn-i Ebi'l Hadid, c.1, s.54.
[68]- Şerh-i Nehc-ül Belağa, İbn-i Ebi'l Hadid, c.1, s.134.
[69]- Yakubi Tarih-i, c.2, s.137.
[70]- El-Bidayet-ü ven-Nihaye, c.6, s.311.
214- En'am/ 89.
215- Bakara/124
216- Enbiya/73
[74]- Örneğin: "Andolsun her şeyi açıklayan kitaba, şüphe yok ki biz, akıl edesiniz, anlayasınız diye Kur'an-ı Arap diliyle meydana getirdik. Ve şüphe yok ki o, bizim katımızda, kitabın aslındadır, temelindedir, elbette pek yücedir, hüküm ve hikmetle doludur." (Zuhruf/2-4)
[75] - Bu ayetler gibi: "Ve herkes, yanında bir sürüp götüren ve bir tanık olarak gelir. Andolsun ki, gafletteydin bundan derken, perdeyi kaldırdık gözünden, artık gözün keskin bu gün." (Kaf/21)
"Erkek olsun, kadın olsun, inanarak iyi işlerde bulunanı tertemiz bir yaşayışa mazhar ederiz." (Nahl/97)
"Sizi diriltecek, size can verecek şeylere çağırdıklarım zaman Allah'a ve Peygamber'e icabet edin." (Enfal/24)
"O gün bir gündür ki, her kes yaptığı iyi ve kötü işleri hazırlanmış bir halde karşısında bulacak." (Al-i İmran/30)
"Şüphe yok ki biz, ölüyü diriltiriz ve yazarız önceden dünyada yaptıklarını ve sonradan bıraktıkları izleri ve her şeyi apaçık bir kitapta sayıp yazdık, takdir ettik." (Yasin/12)
219- Örneğin: Allah-u Teâla Mirac hadisinde Peygamber'e şöyle buyuruyor: "Her kim, benim rızamı göz önünde bulundurarak iş yaparsa onun devamlı üç sıfatla birlikte olmasını sağlarım: Cehlin karışmayacağı bir şükür, unutkanlığın karışmayacağı bir zikir ve mahlukun sevgisi benim sevgimi önleyemeyecek bir muhabbet veririm.
Beni sevdiğinde ben de onu severim, can gözünü celalime bakması için açarım, yarattıklarımın özelliklerini ondan gizlemem, onunla gece karanlığında ve gün ışığında münacat ederim, bunun eserinde mahlukatla konuşması ve onlarla oturup kalkması sona erer. Kendi ve meleklerimin kelamını ona işittiririm, mahlukatımda gizlediğim sırrı ona açarım, yürümesi için ona hayâ elbisesi giydiririm. Onun kalbini geniş ve basiretli kılarım. Cennet ve ateşten hiç birisini ondan gizlemem. Kıyamette halkın başına gelecek şiddeti ve korkuyu ona tanıtırım." (Bihar-ül Envar, c.17. s.9)
Hz. İmam Sadık (a.s) şöyle buyuruyor: "Resulullah (s.a.a) Harise b. Malik-i Nu'man-i Ensari'yle karşılaştı. Ona "Nasılsın ey Harise İbn-i Malik?" buyurdu. Harise "Ey Resulullah, hakikaten iman getirmişim" dedi. Peygamber "Her şeyin bir hakikatı var (onu doğrulayan var) Sözünün hakikatı nedir?" buyurdu. Cevapta şöyle dedi: "Ey Allah'ın Resulü, dünyaya rağbetsiz olmuşum, geceyi (ibadetle) uyanık geçiriyorum, sıcak günlerde (oruç olduğum için) susuz kalıyorum. Öyle ki, Rabbimin arşına bakıyorum, hesab için kurulmuş cennet ehline bakıyorum birbirleriyle görüşüyorlar ve sanki ateş ehlinin iniltilerini işitiyorum." Peygamber şöyle buyurdu "Allah'ın nurla kalbini doldurduğu bir kuludur." (Feyz-i Kaşani'nin Vafi kitabı, 3. bölüm s.33)
[77]- "Onları öyle rehberler ettik ki emrimizle halkı doğru yola sevk ederler ve onlara hayırlı işleri vahyettik." (Enbiya/73)
"Ve içlerinden, sabrettikleri için onları, emrimizle doğru yola sevk edecek rehberler tayin etmiştik." (Secde/24)
Bu tür ayetlerden şu anlaşılıyor ki imam, zahiri hidayet ve irşattan ilave bir nevi manevi cezbe ve hidayete sahiptir. Bu manevi hidayet, maddi olmayıp tecerrüt alemindendir. Zatının batini nuraniyeti ve hakikati vasıtasıyla, layık halkın kalplerinde tesir bırakır ve tasarruf eder ve onları kemal derecesine ve yaratılışın hedefine doğru cezbeder.
[78]- Örneğin: Cabir İbn-i Semure diyor ki, Peygamber'in (s.a.a) şöyle buyurduğunu duydum: "Bu din, on iki halifenin elinde olduğu sürece aziz ve güçlü kalacaktır." Cabir diyor ki: "Halk tekbir getirerek ağladılar. Daha sonra Resulullah yavaşça bir şey söyledi. Dedim ey baba, Peygamber (s.a.a) ne söyledi? Babam dedi ki, Peygamber "Bu on iki imamın hepsi Kureyş'tendir" buyurdu." (Sahih-i İbn-i Davud, c.2, s.207. Müsned-i Ahmed, c.5, s.92 ve bu anlamı içeren bir kaç hadis de vardır.
Selman-i Farsi diyor ki: "Bir gün Peygamber'in (s.a.a) huzuruna vardım. İmam Hüseyin'i (a.s) kucağında oturtmuştu. Peygamber (s.a.a) gözlerini ve ağzını öpüyor ve şöyle söylüyordu: "Sen, efendisin ve efendinin oğlusun, sen imamsın ve imamın oğlusun, sen hüccetsin ve hüccet olanın oğlusun, sen dokuz hüccetin babasısın ki onların dokuzuncusu onların kaimidir." (Süleyman İbn-i Kunduzi'nin Yenabi-ul Mevedde kitabı, 7. baskı, s.308)
[79]- Bu kitaplara müracaat edilsin: Allame Emini'nin "el-Gadir", Seyyid Haşimi Bahrani'nin "Gayet-ül Meram", Muhammed b. Hasan-i Hürr-i Amili'nin "İsbat-ül Hüdat", Mühibbüddin Ahmed b. Abdullah-i Taberi'nin "Zehair-ül Ukba", Harezmi'nin "el-Menakıb", Sibt İbn-i Cevzi'nin "Tezkiret-ül Havass", Süleyman İbrahim-i Hanefi'nin "Yenabi-ül Mevedde", İbn-i Sabbağ'ın "Fusul-ul Mühimme", Muhammed b. Cerir-i Taberi'nin "Delail-ül İmame", Şerefuddin Musevi'nin "En Nass-u ve'l İctihad", Muhammed b. Yakub-i Kuleyni'nin "Usul-i Kafi" c.1 ve Şeyh Müfid'in "el-İrşad" kitapları.

Hiç yorum yok: