9 Ekim 2007 Salı
Bilim Nedir?
I. BİLİM
1.1. Bilim Nedir?
Üzerinde herkesin birleşebileceği ortak bir tanım yapabilmek oldukça güç olmakla birlikte, bilim; kontrollü ve gözlem ve gözlem sonuçlarını, mantıksal düşünce yoluyla olguları, olayları açıklama niteliği olan hipotezler bulma ve bunları doğrulama yöntemidir.
Arapça bir sözcük olan ilim yerine bugün bilim sözcüğünü kullanmaktayız. Bilim, bilinen ve bilinmeyen fakat bilinmesi gereken ve bilinebilecek olan tüm evreni kapsamaktadır. Nitekim bugün, kavram ve kapsamı hakkında hiç birşey bilmediğimiz fakat yarın karşımıza çıkabilecek olan herşey bilimin kapsamı içindedir. Bilim temel olarak ikiye ayrılmaktadır:
i. Bilmektir: Eşya ve olaylar arasında varolan ilişkiler sistematiğine ilişkin bilinmesi gereken şeylerin hepsine bilim denir. Buna göre Alim (bilim adamı) cahil olmayan kimse demektir. Bu anlamda matematik, ahlak, dilbilgisi, ekoloji (çevre bilimi), astronomi, iktisat hepsi de bilimdir. Bunlardan birini veya birkaçını bilene alim yada bilim adamı denir. İngilizce’de Knowledge, Fransızca’da Connaissance bu anlamda bilimin karşılığıdır.
ii. Doğrudan duyumlar ve deney yoluyla elde edilen bilgiler bilimin ikinci anlamını oluşturmaktadır: Bu yönüyle bilim, doğrudan deney yoluyla elde edilemeyen bütün bilgilerin karşısındadır. Metafizik (mutlak varlıkla ilgili olayların bilgisi), ahlâk (iyinin ve kötünün bilgisi), irfan (kişisel ve içsel deneyimlerin bilgisi), mantık ve metodoloji bilimin dışındadır. Bilimin bu anlamı dikkate alındığı zaman Fransızca ve İngilizce’deki karşılığı “science” dir.
İlk anlamı ile ele alındığı zaman bilim insanlığın ilk ortaya çıkışıyla başlar. İkinci anlamda kullanımı ise Rönesans dönemindeki gelişmeler ile ortaya çıkmıştır. Bu konu tarihsel süreç içerisinde bilimsel düşünce tarzı başlığı altında ayrıca işlenecektir.
i. Einstein’ın bilim tanımı: Her türlü düzenden yoksun duyu verileri ile düzenli düşünceler arasında uygunluk sağlama çabasıdır.
ii. Russel’in bilim tanımı: Gözlem ve gözleme dayalı akıl yürütme yoluyla dünyaya ilişkin olguları birbirine bağlayan yasaları bulma çabasıdır.
1.1.1. Bilimin Temel Özellikleri
i. Mantıksal Tutarlılık: Bilim ulaştığı sonuçların çelişkisinden uzak kendi içinde tutarlı olmasını ister.
ii. Olgusal olma: Bilimsel önermelerin tümü ya doğrudan ya da dolayısıyla gözlenebilir olayları ve olguları dile getirir. Bilimde hiçbir hipotez ya da teori, gözlem ya da deney sonuçlarına dayanılarak kanıtlanmadıkça doğru kabul edilmez. Bilim kendiliğinden doğru sayılan ya da tanım gereğince doğru olan önermelerle ilgilenmez.
iii. Objektiflik: Araştırılan konunun, araştırmacının inançları ve değer yargılarından bağımsız olarak ele alınmasıdır. Araştırmacı tarafsız bir bakış açısına sahip olup, olması gerekeni değil, olanı bulmaya çalışmalıdır.
iv. Eleştiri: Bilimin en temel özelliği eleştiriye açık olmasıdır. Bilimsel yöntem her türlü dogmatizme karşıdır. Yanlışlanabilirlik, bilimsel yöntemin –pozitif bilim metodunun parçadan bütüne, sebeplerden sonuçlara gitme metodundan farklı olarak- gerçeğe ulaşmada kullanılan en sağlıklı kriterdir.
v. Genelleyicidir: Bilim tek tek olgularla değil, olgu türleri ile ilgilenir. Bu nedenle sınıflandırma bilimsel araştırmada ilk adımı oluşturur. Bilim açısından tek bir olgunun kendi başına fazla anlamı yoktur.
vi. Seçicilik: Bilimsel nitelik taşıyan gözlem ve deneyler ancak, belli bir hipotezin ışığında belli olguları açıklamaya yöneldiğinde anlam kazanır.
vii. Bilimsel incelemeye konu olan gerçek dünya gelişi-güzel değil, olguların düzenli ilişkiler içinde yer aldığı, tutarlı ve anlamlı bir dünyadır. Bilim, gözlem konusu olan bütün olguların zaman ve uzay içinde yer aldığını kabul eder.
viii. Bilim, varolan herşeyin “ölçülebilir” olduğu ilkesine bağlıdır. Bilimsel bir alanda ölçme tekniğinde sağlanan başarı o bilim dalının gelişme düzeyini saptamada önemli bir ölçüdür.
Bilim hep varolacaktır. Zira insanlığın geleceği ile bilim birbirlerine kopmaz bağlarla bağlıdır. Uygar insan varlığının devamı evrensel moral ilkeleriyle yönlendirilen bilime dayanmaktadır. İnsanoğlu hayatına bilimin egemen olmadığı devirlerde, tabiatta gerçekleşen olaylar karşısında çaresiz kalmış, mikrop ve hastalıklardan kırılmış ve batıl inançlar sorunların çözümünü engellemiş, yaşadığı bunalımlar karşısında ise dehşete kapılmıştır. İnsanoğlunun gerçeğin bilgisine ulaşmak, hayatı kolaylaştırmak, kendisinin ve evrenin sırlarını çözmek sahip olduğu bilgi birikiminin aktarılacağı en büyük araç olan okul ise uzun yüzyıllar boyunca bilginin geniş kitlelere yaygınlaşması için kullanılamamıştır. Daha sonraki dönemlerde insanlar bilimi oluşturmuş, bu sayede batıl inançlarından kurtulmuştur. İnsanlar bilim sayesinde yaşadıkları çevrenin (tabii, sosyal, kültürel, ekonomik vb.) anlamını idrak etmiş, daha güvenli olarak geleceğini belirleme yoluna girmiştir.
Bilim yaygın olan kanaatin tersine yalnızca belirli özelliği olan bir bilgi çeşidi değildir. Günümüzün dünyasında bilim, aynı zamanda toplumsal iktisadi, siyasal, kültürel ve ideolojik örgütlenmenin merkezini oluşturan, metafizik değerlerle yüklü bir bakış açısının da adıdır. Bilim günlük hayatın bütün süreçlerine nüfuz etmiş bir dünya görüşüdür. Bununla birlikte, bilim bu dünya görüşünün, bakış açısının yeniden üretiminin de en temel araçlarından birisidir.
Bilim, çağdaş dünyayı çevreleyen en gözde bilgilenme yolu ve modern insanın en fazla güvendiği silahıdır. Bu nedenle birbiriyle hiç alakası olmayan durumlarda insanlar düşüncelerini, görüşlerini yada yaklaşımlarını ifade ederken, onlara güvenirlilik sağlama kaygısıyla “bilimsel olarak söylemek gerekirse......” şeklinde sözlerine başlarlar. Her ne kadar üzerinde tartışılsa bile “mutlak doğru bilimdir” önermesi insanlar tarafından genel kabul gören bir yaklaşım tarzıdır.
Bilim hayatımızın merkezine öylesine yerleşmiştir ki bilimin farkına varsak ta varmasak ta, bilimsel gerçekliği kabul etsek de etmesek de bilginin dışında kalmak, onu yaşamdan soyutlamak mümkün değildir. Bilim makro ve mikro alemden, sosyal hayattaki olaylardan, çevreden, eğitimden, tarihten, vb. herşeyden bahseder. Modern hayat tarzının kabul ettiği alanlardan birisi seçilip sonuna “logy” eklendiğinde de yeni bir bilgi dalı ortaya çıkar; Antropoloji, psikoloji, meteoroloji, teoloji, epistomoloji, vb.
Medeniyetler bazı temel soyut kavramlar üzerinde yükselmektedirler. Medeniyetleri birbirinden ayıran özellikler de bu soyut kavramlardır. Bilim ve felsefenin önemi işte burada ortaya çıkmaktadır. Çünkü soyut kavramları anlamlı bir şekilde sistemleştirerek bilgi haline getiren bilim ve felsefedir.
1.1.2. Bilimsel Düşünce Tarzı
“Bilimsel bilgi doğrulanmış bilgidir. Bilimsel kanunlar bir kısım titiz yöntemlerle gözlem ve deneyle elde edilen deney olgularından çıkarılır. Bilim görebildiğimiz, işitebildiğimiz, dokunabildiğimiz, şeyler üzerine bina edilir. Bilim de şahsi fikirlerin veya tercihlerin ve spekülatif tasavvurların yeri yoktur. Bilim nesneldir. Bilimsel bilgi nesnel olarak doğrulandığı için güvenilir bilgidir.”
Yukarıdaki türden önermeler, modern zamanların bilimsel bilgiden ne anladığının popüler bir görüşünün özetlenmiş halidir. Fakat buradaki eksiklik duyu organlarının ulaşamadığı, yalnızca aklın sınırları zorlanarak bulunabilecek türden bilgilerin ihmal edilmiş olmasıdır.
Hangi amaca yönelik olursa olsun herhangi bir sorunu çözümlemenin yolu üç temel unsura bağlı kalmaktan geçer. Bunlardan birincisi “şekil” yani “form”dur. Fakat şekilden kastedilen şey sadece somut değildir; soyut da olabilir. İkinci olarak, o işin belirli bir “muhteva”ya sahip bulunması gerektiğidir. Yapılacak işin içeriği hakkında belirli bir kanaat oluşmamışsa, yapılacak iş bir çok eksikliklere yol açacaktır ve amaca ulaşılamayacaktır. Üçüncü olarak, hedeflenen amaca ulaşmada “metod” yada “usule” ihtiyaç olacaktır. Metod olmadan birinci ve ikinci unsurlar ne kadar mükemmel olursa olsun amaca ulaşılamayacaktır.
Yıllardır büyüme ve kalkınma çabası içinde olan ülkemizde, özlenen muasır devletler seviyesine ulaşılamaması ve üzerine çıkılamamasının arkasında bu üç unsurun dikkate alınıp alınmadığının üstünde durulması gerekir. İlk iki unsura dikkat edildiği zaman toplumumuzda yeterlilik hatta fazlalık olduğunu, diğer ülkelerden önde olduğumuz bile söylenebilir. Öyleyse sorun üçüncü unsurda yani metod (içerik) konusunda eksikliklere bağlıdır. Batılı ülkelerin içerik konusunda eksiklikleri olmasına rağmen bugünkü düzeylerine ulaşamamalarındaki tek unsur “metod”larının sağlamlığından geçmektedir. Bu metod ise tartışmasız bilim metodu yani bilimsel düşünce tarzının kullanılmış olmasıdır. İlk paragraftaki belirtilen popüler bilimsel düşünce ve yaklaşım tarzı bu ülkelerin kısa sürede gelişmelerini sağlamış, fakat bunun yanında akılla ulaşılabilecek bilgileri ihmal etmelerinden dolayı belirli bir toplumsal maliyete katlanmak zorunda kalmışlardır. Günümüzde ise bu sosyal maliyetlerin yeniden ortaya çıkmaması doğrultusunda bu ülkeler akılla ulaşılabilecek bilgilere de önem vermeye başlamışlardır. Toplumumuzun kalkınabilmesinin yolu, problem çözümünde düşünce tarzının yani metodun yeterince bilinmesi ve uygulanabilmesine bağlıdır.
1.1.3. Tarihsel Süreç İçerisinde Bilimsel Düşünce Tarzı
Yalnızca bilmek, anlamındaki düşünce tarzı insanlığın tarihiyle eş zamanlıdır. Özellikle insanların tabiattaki bazı olayları anlayamamaları, açıklayamamaları ve onları yönlendirememeleri nedeniyle genellikle metafizik düşünce tarzına yönelmişlerdir. Bu düşünce tarzı Ortaçağ Avrupa’sında en katı şekliyle kullanılmış, bilimsel düşünce tarzını kullanarak olayları açıklama gayesinde olan insanlar ise cezalandırılmıştır.
Bilimsel düşüncenin doğrudan duyulara dayanan deney yolu olduğu ve bu tarz bir düşünce ile gerçek bilgiye ulaşılabileceği görüşü ise özellikle Rönesans döneminde gelişmeye başlamıştır. Ortaçağ skolastiğine duyulan aşırı tepki nedeniyle aklın bilgisinin inkar edilmesi yalnızca deneysel bilgiye itibar edilmesi olağan bir davranış tarzıdır.
Modern anlamda bilimsel düşünce tarzının ne olması gerektiğini izah etmeye çalışan ilk düşünürlerden birisi Francis Bacon (1561-1626)’dur.* Onyedinci yüzyılın başlarında, bilimin temel amacının insanın yeryüzündeki kaderini düzeltmek olduğunu ileri süren Bacon, bu amaca olgular ile organize edilmiş gözlemlerin toplanarak ve onlardan teoriler üretilerek ulaşılabileceğini söylüyordu. O günden bugüne kadar Bacon’un teorisi bazı köklü değişikliklere uğratılarak günümüze kadar ulaşmıştır.
Özellikle 19. yy.’da her şeyin deneysel yolla elde edilebileceği, deney dışı bilimin olmayacağı görüşü egemen olmuştur. Çünkü dünyada basit bir mekanik işleyiş söz konusuydu ve bilim dünyada varolan herşeyi bulup ortaya çıkaracaktı. Bu görüşe göre; Newton hareket kanunlarını bütün zamanlar için keşfetmişti. Öyle ki, Laplace, “siz dünyadaki zerreciklerin hareketini belirleyin, ben bütün insanlığın geleceğini kesin olarak haber vereyim” diyordu. Bu düşünceye göre, bilimsel gerçeklik ile “hakikat” eş anlamlı olarak kullanılıyordu.
Deney yoluyla elde edilebilen bilginin ise bazı özellikler taşıması gerekmektedir. Bunlar aşağıdaki şekilde izah edilebilir.
- Bilimsel yöntem, gözlem ve deneye dayanmaktadır. Bu deneyi herkes yapabilmelidir. Deney, özel kişilere ve özel hallere indirgenemez. Bu anlamda sadece nesnel olaylar deney konusu yapılabilir. Metafizik kavramlar, varlığına sadece inanılan ama deney konusu yapılamayan kavramlardır.
- Deneysel araştırmalar, üzerinde çalışılan olayla ilgili bir arka planın (backround) gerektirir. Kimse rastgele deneye başvurmaz. Karşılaştığı ve çözmeye çalıştığı bir konuyu deney konusu yapabilir ve ondan sonuçlar çıkarabilir. Bu anlamda, Pastör’ün genel çekim kanununu bulması, Newton’unda biyolojik deneyler yapması beklenemez. Dolayısıyla bilim adamları yeni hipotezler ortaya atıp teorilere ve kanunlara ulaşmak çabası içerisinde araştırdıkları konuda önceden ortaya konulmuş bilimsel gerçekleri kullanmaktadır.
-Teorisi olmayan hiç bir olgu bilimsel anlamda yorumlanamaz. Bilimsel kabul edilen yorumlar sürekli olarak bilimsel teoriler sayesinde gerçekleşebilmektedir. Bilimsel teorilerin yasal niteliği kazanabilmeleri için denenebilmeleri gerekmektedir. Teori ise, nesnel gerçekliğin düşünce olarak insan bilincine yansımış halidir.
Bu anlayış tarzına özellikle 20.yy.’da birçok bilim felsefesi alanında çalışmalar yapan araştırmacılar tarafından itirazlar gelmiştir. Çünkü birçok gerçeklik vardır ki, yeniden tekrarı mümkün değildir. Yine nice gerçeklik vardır ki, insan yaşamını bütün yönleri ile etkilediği halde deneysel olarak izahı yapılamaz. İnsan ruhunu inceleyen psikoloji, bilinçaltı, ruhun görülememesi, deneysel yolla izah edilemediği için bilim dışı mı kabul edilecektir. Bilim dışı kabul edilmiş ise gerçeklikleri söz konusu değildir denilebilir mi? İşte deneysel bilgi yoluyla ulaşılamasa kabul edilmese bile gerçekliklerinden söz edilebilecek birçok şey, aklın kategorileri kullanılarak izah edilmiş ve bilimsel anlamda kabul edilmiştir. Fakat bu yaklaşım yüzyılımızda, deneysel bilgi dışında gerçekliğin olmadığını kabul eden pozitivizme yöneltilen yoğun eleştiriler sonucu kabul edilir hale getirilmiştir.
- Bütün bilimsel yasa yada teoriler genellikle üç özelliğe sahip bulunmaktadır;
Birincisi, bilimsel teoriler bazı varsayımlar çerçevesinde kabul edilebilir. Her şartta ve her durumda mutlak doğru veya mutlak sonuçları göstermezler.
İkincisi, her teori dayanıklı yada sürekli bir sistemi açıklamaktadır. Yani tek olan spontane olaylarla ilgilenmez.
Üçüncüsü, evrende hali hazırda bilinen teori yada yasaların evrendeki bütün olayları açıklaması söz konusu değildir. Çünkü birçok olgu henüz bilinme aşamasına gelmemiş ve önceki bilgilerden hareketle yapılacak çalışmalarla açıklanabilecek durumdadır. Bu nedenle bilimsel teori ve yasalar evrendeki bazı olguların gerçekleşmesinin imkan dışı olduğunu söyleyebilirlerse de, olaylar gerçekte bilinmeyen teori yada yasalara uygundur.
Deneysel bilginin sınırları dikkate alınarak söylenebilecek olan söz şudur. Deneysel bilgi bilimin yalnızca bir bölümüdür. Deneysel bilgi ile bilinmesi gerekli bütün gerçeklikleri izah etmek mümkün değildir. Bütünüyle ele alındığı zaman, bilim evrendeki bütün olayları açıklayabilecek özelliklere sahiptir.
Bilimsel düşüncenin gelişimi insanlık tarihi kadar eskidir. Bilimsel düşüncenin olgunlaşması, kabullenilmesi, metod olarak bilimin merkezine oturması ise yakın geçmişimizde olmuştur.
Bilimsel düşünce, tarihsel süreç içerisinde genellikle bütüncül bir yaklaşımla ele alınmamış, bireysel çabaların ötesine geçememiştir. Bireysel çabalarla elde edilen bilgiler ise belirli bir sistematikten uzak olup, kendisini tamamlayan diğer bilgi disiplinlerinden kopuk olduğu için modern bilim halini alamamıştır.
Bilimin ve bilimsel düşüncenin gelişimi, araştırma geleneklerinin evrimi aracılığıyla gelişmektedir. Bu gelenekler ise, karşılıklı etkileşim içerisinde tabiatı ifade ederek araştırmayı yönlendiriyor. Araştırma gelenekleri gelişmelerini üç ana yoldan yürümektedir;
-Varsayımları değiştirerek,
-Yeni kuramlar ortaya koyarak,
-Başka geleneklerle birleşerek.
Bilim Adamları ise; gelenekler içinde ve bazen de onların dışında, bilgiyi işliyor, onu daha kusursuz ve daha güvenilir hale getiriyor. Bununla birlikte, kendilerinden önce gelen bilim adamlarından daha kapsamlı, daha ileri ve daha açık kuramlar teklif ederek bilimi yeniden üretiyorlar. Bilimin ulaştığı sonuçların geçici oluşu, onları her zaman tekrar gözden geçirilebilir, yeni sonuçlara ulaştırılabilir hale getiriyor. Bilimin bu özelliği ile birlikte bilinmesi gerekenin sınırsızlığı bilimin sınırsızlığını da beraberinde getiriyor.
Bilimsel düşüncenin gelişim süreci içerisinde Ortaçağın inanca dayalı bilim anlayışından sonra teori olgu bağlamında ilk ortaya çıkan felsefi akım pozitivizmdir. Descartes’in tümevarımcılığı, Bacon’un tümdengelimciliği, Newton tarafından biraraya getirilerek pozitivizm oluşturuldu. Positivizmde hareket noktası ise, bilimsel anlamda bilginin değer yargılarından bağımsız ve kişiden kişiye değişmeyen laboratuvar şartlarında tecrübe edilebilen karakterde yani objektif olmasıydı. Buna göre, insan zihni tabiatın mahiyetini ve eşyanın gerçek sebeplerini açıklayamaz. Zihnin bilimde hiçbir kurucu ve yapıcı rolü yoktur. Zihin tabiatın bir aynasıdır. Bu sebeple doğrudan doğruya deneye, insanın tecrübeye dayanmadan elde edeceği bilgiler zihne bağlı olduklarından nispi (izafi)’dir.
19. ve 20. yy.’da pozitivist felsefeye, düşünceye büyük bir inançla bağlanıldı. 20.yy.’lın başlarında “mantıkçı pozitivizm” akımı adı verilen Viyana Okulu, bilimsel düşüncenin bir birikimden meydana geldiğini savundu. Kuramların zaman içerisinde yanlışlanabilme özelliği nedeniyle bu düşünce büyük eleştirilere uğradı.
20.yy.’ın ilk yarısında pozitivist bilimsel düşünce tarzına eleştiriler getirilse bile, bu anlayışa en büyük darbeyi “bilimsel devrimlerin yapısı” adlı eseriyle Thomas Kuhn vurdu. Kuhn, bilimsel kuramların üretildiği toplumsal-düşünsel çevrenin tümünü kapsayacak şekilde “Paradigma” kavramını ortaya attı. Buna göre; kuram, yöntem ve ölçüt birbirinden ayrılmaz bir bütündü. Bu yüzden paradigma değiştiğinde, hem problemler, hem de çözüm yollarının ölçütleri değişmekteydi.
Pozitivizmin kuralcı yapısına en şiddetli karşı çıkan kişi ise anarşist bilgi kuramcısı Paul Feyerabend’dir. Feyerabend, “Bilim Kilisesi, Özgür bir Toplumda Bilim” adlı eserinde bilimsel gelişmeye açık olan insanların bir takım standartların ve kuralların ebedi savunucusu olamayacaklarını, bazı kurallarla kendilerini sınırlamış olan insanların, bilimsel gelişmelerin ürünlerinden mahrum olmağa kendilerini mahkum etmiş olduklarını söylemiştir. Feyerabend mistik bir atmosfer içindeymiş gibi görünen bilimin bu tarz bir anlayıştan kurtarılmasını ve daha insana has bir olgu haline getirilmesini savunmuştur. “Dolayısıyla serbest rekabet halinde düşünce kendi haline bırakılmalı bu ortamda bilim daha ileri boyutlara ulaştırılmalıdır. Denetimden uzak bir bilim ve bilim adamının gerçekten toplumsal değerler üretip üretmedikleri tartışmaya açıktır. Batı 17.yy.’dan beri bilimsel düşünce alanında bu tür bir gelişim çizgisi içerisinde iken, biz bilimsel düşünce alanında özgün bir düşünceye sahip değiliz. Bugüne değin bilimsel düşünce adına ciddi bir görüş ve üretimimizin olduğunu söylemek mümkün değildir. Sağlam bir bilimsel düşünce tarzının bulunmaması nedeniyle de bilimsel çalışmalarımızın olması gereken yerde bulunduğunu da söyleyemeyiz.”
Günümüze kadar modern bilimin ürünleriyle parça parça ilgilenilmiş, ya tümüyle pozitivist görüşlere bir iman derecesinde inanılmış yada pozitivist düşünceye tümüyle cephe alınmıştır. Son dönemlerde müslüman ülkelerin yeterli kalkınma düzeyine erişememelerinin arka planı sorgulanmaya başlanılmış, bu doğrultuda Turner, Guenon, Schuon, Lins, N.Attas, Hüseyin Nasr modern bilimi eleştirerek olması gereken hakkında ip uçları vermeye çalışmıştır. Nasr’a göre asıl sorgulanması gerekli olan “bilimsel metod” diye adlandırılan kavramın bugün kullanılıp kullanılmadığı değil, onun kurulmuş tek metod olup olmadığı ve İslam bilimlerinde tek bir metodolojinin bulunup bulunmadığıdır. Nasr tek bir metodun kullanılarak bilimsel gelişmenin sağlanamayacağını savunmaktadır. N.Attas; günümüz bilgisini aynen kabul ederek ve ona bazı yöntem ve ilkeleri ekleyerek ya da çıkararak elde edilen bilgilerin toplumlarımız için çözüm olacağının kabul edilemeyeceğini söylemektedir. Bu akımı savunanlar bilimsel düşüncenin üretimi için mutlaka geleneksel inanç bazında özgün bir arka plan oluşturmanın zorunlu olduğunu söylerler. Türkiye’de ise 1970’li yıllara kadar insanımızın, aydınımızın bilime yaklaşımı, onu sorgulamaktan uzak bir şekilde teslimiyetçi bir çerçevedeydi. 1980’li yıllarda ise liberal eğilimlerdeki artışla birlikte bilimsel düşünce ve bilim eleştirilmeye başlanılmış, bilginin ve bilimsel düşüncenin özgün yorumu yapılmaya başlanmıştır.
1.1.4. Kritik Düşünce Tarzı
Özgün, pragmatik bir bilimsel düşünce ve amaca yönlendirme ile elde edilmiş, özgün bilim, kalkınma çabası içerisindeki ülkeleri amaçlarına ulaştırabilecek niteliktedir.
Günümüz gelişmiş ülkelerinin bilimsel düşünce alanında geçirmiş oldukları evreler ve bugünkü anlayış tarzları hiçbir zaman yadsınamaz. Fakat bütün bunların yanında sorunlarımıza bütün yönleriyle yanıt verebilecek nitelikte bilimsel anlamda bir düşünce tarzının geliştirilmesi gerekmektedir. Bilim, hayatımızın hemen hemen bütün boyutlarını kapladığına göre; hayatımızın her alanında bu anlamda bir düşünce tarzının benimsenmesi ve uygulamaya konulması gerekecektir. Biz bu düşünce tarzına “kritik düşünce tarzı” adını veriyoruz. Kritik düşünce tarzında esas olan öncelikle bu düşünce tarzının gündelik hayatın bütün alanlarında, bütün aşamalarında kullanılmasıdır. Yalnızca bilim adamlarına, devlet adamlarına, yöneticilere atfetmek uygun olmayacaktır. Çünkü toplum bir bütündür ve kalkınma topyekün bu bütünün en küçük parçaları bile ihmal edilmeden birlikte gerçekleştirilecektir.
Kritik düşünce tarzında birinci adım; amaç ya da iradenin kesin olarak ortaya konulmasıdır. Amaç ya da irade belirlenmeden olayların akışına bırakılacak olan her iş hangi alanda ya da önemde olursa olsun başarısızlıkla sonuçlanacaktır. Yaptığı işte amacını belirlememiş, kesin iradesini ortaya koymamış insanlar kendilerine, topluma ve topyekün insanlığa hiçbir artı değer kazandıramayacaktır. Hedefsiz üniversite hocası öğrenciye hiç bir şey veremeyecek, bilime hiç bir katkıda bulunamayacak, mezuniyet sonrası ne yapacağını düşünmeyen öğrenci de yalnızca okulunu bitirme kaygısında olup diploma sahibi olabilecek fakat üniversite mezunundan beklenilenin hiçbirini yerine getiremeyecektir. Politik yaşamda da politikacılar günübirlik kararlar verecekler, almış oldukları politik kararların gerçekleşme şansına kendileri de inanmadıklarından problemler sürekli sürüncemede kalacak, hiçbir zaman gerçekleşme imkanı da bulunamayacaktır. Günümüzde toplumun bütün kesimlerini ilgilendiren enflasyon, gelir dağılımındaki adaletsizlikler, dış politikadaki olumsuz gelişmeler vb. sorunlar kesin iradenin ortaya konulmaması nedeniyle çözüme kavuşturulamamaktadır.
Herhangi bir işin gerçekleşme şansı, o işin belirli bir amaç doğrultusunda konu üzerinde ne kadar düşünüldüğü ile ilgilidir. Belirli bir amaca yönlendirilmemiş işlerde sürekli olarak sürprizler yaşanacak, yeni durumlara uyum için birçok değişiklikler yoluna gidilecek, dolayısıyla yeni yeni maliyetler ortaya çıkacak, sürekli değişimler sonucunda sürenin uzamasına neden olacaktır. Herhangi bir amaca yönelik olarak kitap okumayan insanlar malumat yığını haline gelecek ancak, bilginin sentezlenmesi ve pratik hayata uygulanmasını asla gerçekleştiremeyecektir. Bugün kalkınmalarını tamamlayamamış toplumlar, hedeflerini kesin olarak tayin edememiş toplumlar oldukları için, amaçlar doğrultusunda değil, olayların doğal akışına kendilerini bırakmış fatalist bir anlayışa sahiptirler, dolayısıyla zamanında düşünmeyen, adamsendeci toplumlardır.
Kritik düşünce tarzında kesin amacın ya da iradenin ortaya konulmasından sonra ikinci adım, amaca ya da iradeye ulaşmada alternatif yolların belirlenmesi de diyebileceğimiz politikaların oluşturulmasıdır.
Politika kelimesi eski Yunan kökenlidir. Kelime anlamı “bir işi gözetmek” demektir. Türkçe literatürde, genellikle, “siyaset” karşılığı olarak kullanılan politika, daha çok kamu yönetimi alanında yer almış ve “halka ait herhangi bir işi amaç gözeterek, belirli yol ve usule göre yürütme” anlamında kullanılmıştır. Politika kavramının sözlükte karşılığı ise “bugünkü ve gelecekteki alınan kararlara, iradelere yön verebilmek için bir çok alternatif arasından seçilen belirli bir yol veya davranış tarzı” ya da “genel amaçlar ve kabul edilebilir yöntemleri kapsayan uzun süreli genel plan” şeklinde tanımlanabilir.
Politikaların oluşturulabilmesi yani amaca yönelik alternatif yol yada davranış tarzlarının belirlenmesi kritik düşüncenin ilk adımı olan amacın yada kesin iradenin belirlenmesine bağlıdır. Günümüzde başarıyı engelleyen en büyük faktör, alternatif politikalar belirlense bile amaçların yada iradelerin açık olarak ortaya konulmaması nedeniyle politikalar arasında karmaşanın çıkması, amaçlara tahsisinin yapılamamasıdır.
Politikalar genel yada özel olabilir. Fakat önemli olan genel yada özel politikalar arasında bir uyumun bulunmasıdır. Örneğin; politikalar, işletme içinde örgütün her kademesinde yer alır ve temel şirket politikalarından bölüm politikalarına, uygulama alanlarına ve en küçük birimlere kadar sıralanabilir. Ayrıca politikalar fonksiyonel olabilir, yada belirli bir proje için seçilebilir. Sonuçta bu politikaların tamamı arasında belirli bir uyum bulunmak zorundadır. Politikalar belirli bir durum hakkında önceden düşünmeyi ve analiz yapmayı sağladığı için tekrarları önler ve bütünleştirilmiş bir yapı sunar.
Kritik düşüncede son safhayı ise; teknikler yada yöntem oluşturur. Teknik düşünce tarzı politikaların hayata geçirilmesi, uygulanması ile ilgili araçlardır.
Teknik yada yöntem en basit şekliyle “iş görme usulü” demektir. Muhtemel faaliyetlerin yapılış şeklini belirleyen planlardır. Teknik yada yöntemler, faaliyetler yerine getirilirken rehberlik ederler ve o faaliyetlerin yürütülmesinde içinden geçilecek safhaları ayrıntılı olarak açıklarlar. Bu özellikleri nedeniyle politikaya benzeyen yöntem, gerçekte politikaların uygulanışı ile ilgili olarak kullanılan araçlardır. Teknik yada yöntemlerin esası, bir amacın başarılması veya bir kararın alınabilmesi için gerekli işlemlerin yapılış sırasına göre açıklanmasına dayanır.
Amaca giden yolda kullanılan araçlar arasında çok iyi bir seçim yapmak gerekir. Kullanılacak teknikler, amacın en kısa zamanda, en düşük maliyetle gerçekleştirilmesini sağlayabilmelidir.
1.2. Bilim Ve Teknoloji
Teknoloji, yeni mal yada hizmet üretimi, daha etkin imalat süreçlerinin ve yönetim metodlarının bulunmasına yönelik uygulamalı teknikler bütününe denir. Teknoloji, yenilikler veya buluşlar şeklinde kendini gösterir. Bu nedenle teknoloji temel bilimlerin uygulamalı yönünü oluşturur. Bilimsel yöntemlerle elde edilmiş bilgiler teknolojiye dönüştürülerek, insanoğlu doğal çevresini belli ölçüde kontrol altına almayı sağlamıştır.
Bazı buluşların ortaya çıkması tesadüfen olduğu halde teknoloji esas olarak araştırma ve geliştirme faaliyetlerinin sonucunda elde edilir. Bu yüzden temel bilimlerdeki gelişmeler teknoloji için ana kaynak durumundadır. Kuşkusuz temel bilimlerle ilgili, tüm bilgilerin uygulamada kullanılması gerekmez. Bunların ancak bir kısmından üretimde faydalanılabilir.
Bütün bunların yanında mevcut teknik bilgiler daha sonraki teknik buluşlar için kaynak rolü oynamaktadır. Günümüzdeki araştırma ve geliştirme faaliyetlerinin temel amacı ise, gelişmiş ülkelerde kıt olan emek faktörü yerine sermaye faktörünü ikame edecek teknolojiler üretmeye yöneliktir. Sanayileşmiş ülkelerde üretilen teknolojilerin ana niteliğinin emek tasarrufu sağlayan (sermaye yoğun) teknolojiler olmasının temel nedeni budur.
1.2.1. Teknolojik Gelişme Ve Bilimsel Bilginin Teknolojik Gelişmeye Aktarılışı
Sosyo-ekonomik değişmenin temel nedenlerinden biri olana teknolojik gelişme, “yeni bir mal üretimi veya mevcut olanların daha ucuza ve kaliteli biçimde elde edilmesini sağlayan her türlü buluş, yenilik, yöntem ve süreçler bütünüdür.” Aynı zamanda iktisadi büyüme ve kalkınmanın etkin faktörü olan ve hızla gelişen teknoloji, toplumun sosyo-ekonomik yapısının da hızla değişmesine ve dönüşmesine neden olmaktadır. Bu nedenle, gerek gelişmiş ve gerekse gelişmekte olan ülkeler ekonomik verimliliklerini yükseltmek ve hızlı bir büyüme gerçekleştirmek için teknolojiye büyük önem vermek zorundadırlar.
Teknoloji, insanın sahip olduğu bilgilerin, hayatı kolaylaştırmak ve yaşam kalitesini yükseltmek, daha yüksek standartlarda yaşanılır kılmak için uygulamaya dökülmesidir. Teknolojiye, insanın sahip olduğu bilgilerin tümü gözüyle bakacak olursak, teknolojinin tarihi de insanlık tarihiyle eş zamanlıdır diyebiliriz. Teknoloji, insanın zihinsel ve fiziksel gayretinin bir sonucudur.
Teknoloji, ile bilgi üretiminin sınırlarını çizmek pek mümkün değildir. Yada bilgi üretimi hangi noktada teknolojiye dönüşüyor kesinlikle belirlemek zordur. Teknolojinin uygulanması ile teknolojiyi üreten kültürün ve bu değer sisteminin de çerçevesi oldukça önemlidir. Dolayısıyla teknoloji üretiminde yalnızca temel bilimlerin kullanıldığı varsayım geçersiz hale gelecektir. Teknoloji üretimi için gerekli olan temel bilimlerin gelişimi ve teknolojik nitelik kazanmaya yönelişi sosyo-kültürel alandaki bilgi ve referans çerçevesi içerisinde şekillenecektir. Metafizik kaynaktan beslenen olgun bir ahlak bilgisi ile donatılmış insanlar, temel bilimlerdeki gelişimi ve bilginin teknolojiye dönüşümünü hümanist değerler sistemi içerisinde şekillendirecektir. Dolayısıyla topyekün insanlığın mutluluğu hedefi doğrultusunda bilgi üretilecek ve teknolojinin ürünleri olarak insanlığın hizmetine sunulacaktır.
Kaynağa dayanmayan, pozitivist bilgi kuramını yeterli gören, diğer bilgi türlerini kabul etmeyen teknolojinin özünde, dostluk, merhamet fedâkarlık gibi metafizik boyut taşıyan davranışlara yer olmaz. Bu nedenledir ki dünyanın neresinde kan dökülüyor, insanlar acımasızca öldürülüyorsa, bunun arkasında mutlaka ileri teknoloji ürünü silahlar üretip bunu pazarlayan şirketlerin salt “kâr” sağlama ve çıkar elde etme dürtüsüyle hareket eden ilkel ve bencil maddeci amaçlarını kolaylıkla görmekteyiz.
Günümüzün dünyasında bilim ve teknoloji üretimindeki amaç; insanı evreni daha derinden anlamak, kavramak değil, sonsuz olduğu iddia edilen ihtiyaçları tatmin etmek adına, insanı sonu gelmeyen bir üretim ve tüketim kısırdöngüsünde çılgınca bir yarışa iterek denetim altına almaktır. Bugün, etrafımızı kuşatan binlerce endüstriyel ürünle işgal edilmiş bir yaşantı, hayatın ta kendisiymiş gibi sunulmakta ve bu ürünler olmaksızın yaşanılamayacakmış gibi takdim edilmektedir. Oysa, otuz-kırk yıl önce bu endüstriyel ürünlerin pek çoğu yoktu. Belki insanlar o dönemde günümüzün insanlarından daha da mutlu idiler. Çünkü bugünkü boyutta çevre ve gürültü kirliliği, siyasal kirlilik yoktu. İnsanların arasındaki ilişkiler daha sıcak, daha samimi idi. Fakat bütün bu olumsuz gelişmelerin sorumluluğunu bilgideki dolayısıyla Teknolojideki gelişmelere yüklemek doğru olmayacaktır. İnsanların ortak değerlerine saygılı bir toplum düzeni ve ekolojik değerlere saygılı bir çevre oluşturmak için, teknolojideki ilerlemelerle beraber diğer bilgi türlerinin de (sosyoloji, psikoloji, metafizik, ahlak vb.) geliştirilmesi ve güncelleştirilmesi, insan merkezine oturtulması, topyekün insan mutluluğu hedefi doğrultusunda teknolojinin de asli fonksiyonunu yerine getirmesi gerekmektedir.
İnsan yerini, yeryüzündeki fonksiyonunu bilmezse, sahip olduğu teknolojiyi, tutkularını tatmin edecek somutlaştırmalar yolunda kullanacaktır. Bir örnek vermek gerekirse eski Mısırlılar Nil nehrinin sularını tarımsal sulamada kullanmasını bilmişler, büyük zenginlikler elde etmişlerdir. İnşaat teknolojisindeki gelişmelerle birlikte yalnızca kendi tutkularını tatmin etmek amacıyla dev piramitler inşa etmişlerdir. Bütün toplumun yararlanabileceği, hanlar, imarethaneler, köprüler vb. alanlarda kullanmamışlardır. Aynı şekilde, ahlak ve metafizik bilgisini tümüyle reddeden, anlayış çerçevesinde 1990 öncesi S.S.C.B.’de kaynaklar ve teknolojik bilgi, silah ve uzay endüstrisinde kullanılmış, öte yandan insanların zorunlu ihtiyaçlarının bile tam olarak tatmini yoluna gidilmemiştir. Bu nedenle bakış açısı ve zihniyet, teknolojiden daha önemlidir. Teknolojiyi üreten eğitim ve araştırma politikasını dünya görüşü biçimlendirir. Yönlendirici, biçimlendirici unsur ise her zaman değer yargıları olmuştur.
Bilim ve teknolojideki gelişmelerin insanlar üzerinde mutluluğu sağlayamaması nedeniyle, bilim karşıtı görüşler ortaya çıkmıştır. Bunun en önemli nedenlerinden biri öncelikle modern bilim ve onun uygulaması olan teknolojinin ortaya çıkardığı beklenmeyen ve istenmeyen sonuçların kamu oyunda uyandırdığı tepkilerin sürekli artması ve toplumsal bir boyut kazanmasıdır. Bu tepkiler genellikle iki türlü ortaya konulmaktadır.
İlk olarak, bilimin uygulanmasında siyasal ya da toplumsal tercihlerin oynadığı rolün yeniden gözden geçirilmesi ve böylece insan, toplum ve çevre üzerinde olumsuz etkileri olan bilimsel gelişmelerin denetim altına alınmasına yönelik taleplerin oluşturduğu tepki,
İkinci olarak, sadece bilimin uygulanmasında değil bizatihi bilimsel düşünüşün kendisinde bulunan bazı özelliklerden kaynaklanan sorunların giderilmesini bilimin rasyonalitesinin değiştirilmesine bağlayan ve bu nedenle birincisine kıyasla daha köklü değişim ve dönüşümler gerektiğini savunan tepki, Sonuç olarak, bilim ve teknoloji bu tepkileri ortadan kaldıracak şekilde şekillendirilmeli, gözden geçirilmeli, topyekün insanlığın mutluluğunu sağlayacak şekilde yeniden düzenlemelidir.
1.2.2.Araştırma-Geliştirme (Ar-Ge)
Özel veya kamu işletmelerinde, diğer kar amacı gütmeyen bir kısım kuruluşlarda yeni mamüller bulmak, daha etkin üretim yöntemleri geliştirmek, farklı dizayn ve süreçler ortaya koymak için yapılan çalışmalardır.
Çalışmalar, temel ve uygulamalı araştırma ve geliştirme faaliyetlerinden meydana gelmektedir. Temel araştırmalar, belirli bir ticari amacı olmayan, bilgi üretimine yönelik araştırmalardır. Uygulamalı araştırmalar ise bir yenilik ortaya koymaya çalışan ya da ticari amacın ön planda tutulduğu çalışmalardır. Geliştirme kavramı bir tekniğin bulunmasını, mevcut bilgiler dahil araştırma sonuçlarının belirli mal ve üretim süreçlerine dönüştürülmesi faaliyetlerinden meydana gelir.
Araştırma ve geliştirme faaliyetleri; özel veya genel araştırma, teknolojiye yönelik araştırma, merkezileştirilmiş ya da merkezileştirilmemiş araştırma ve iç kaynaklarla ya da dış kaynaklarla araştırma şeklinde bir ayırıma tabi tutulabilir. Buna göre; özel ya da genel araştırmada, Ar-Ge faaliyetleri özel bir uygulamaya yönelik olabilir. Belirli bir hedefe yönelik araştırmalar Ar-Ge faaliyetini yürüten birimin beklediği sonuçlara doğrudan hizmet etmektedir. Özel hedeflere yönelik araştırmalar temel ve uygulamalı olabilir.
Teknolojiye yönelik araştırmalarda ise; Teknolojiye yönelik araştırmalarda doğrudan yeni bir teknoloji hedeflenmektedir. Teknolojiye dönük araştırmaların temel hedefi; hızla değişen ve globalleşen dünyada rekabet imkanlarını arttırmaktır. Bu tür araştırmalarda özellikle (feed-back) geri besleme yöntemi uygulanır. Bu uygulamanın temelinde ise geri teknolojiyi satarak yeni teknolojilerin üretilip uygulama yolunda bir finansman sağlama ya da mevcut teknoloji birikimini kullanarak, daha ileri düzeyde teknolojik bilgiyi elde etme amacı bulunmaktır.
Merkezleştirilmiş veya merkezileştirilmemiş araştırmalarda da Araştırma ve geliştirme politikaları işletmelerde merkezi bir yerden yürütülebileceği gibi, gereken bölümlere yetki devredilerek her bir bölüm kendi geliştirme programını yürütebilir.
İç kaynaklarla ya da dış kaynaklarla araştırmaya göre de; İşletmenin mamül veya teknolojisiyle ilgili olarak yapacağı araştırmalar, yalnızca işletme içinde yapılmayabilir. Bunun için işletmenin kaynakları yeterli değilse; veya işletme için daha uygun olacaksa, işletme dışından konusunda uzmanlaşmış araştırma birimleri bu işi yapabilir.
Sanayileşmiş ülkelerde araştırma ve geliştirme faaliyetlerine ayrılan fonlar, milli gelirin önemli bir payını oluşturmaktadır. Türkiye de GSMH’nın %01-2 olan bu değer gelişmiş ülkelerde %2-3 şeklindedir. Gelişmiş ülkelerde bir yandan özel kesim bu tür faaliyetlere büyük ağırlık verirken, diğer yandan devlet de önemli katkılarda bulunmaktadır. Özellikle dış piyasalarda rekabet üstünlüğü elde edilebilmesinde araştırma ve geliştirme faaliyetlerini büyük önemi bulunmaktadır. Araştırma ve geliştirme faaliyetleri; mevcut bilginin gerek teorik, gerekse pratik sahada daha ileri düzeylere ulatabilmesinde büyük öneme sahiptir.
1.3. Bilim Ve Sanat
“Güzel duygusunun sesle ya da cisimle somutlaşmış hali” ve “yapılan işlerde gösterilen hassasiyet ya da incelik” olarak sanatı, iki şekilde değerlendirmek mümkündür.
İnsanların iki anlamda da sanatı istenilen boyutta ifade edebilmesi için belli bir bilgi birikiminin bulunması gerekir. Her ne kadar sanatta diğer insanlara kıyasla daha fazla yatkınlık yada yetenek bulunsa bile, yeteneklerin farkına varılması, bilgi yükleme ile yeteneklerin geliştirilmesi söz konusu değilse ne sanat ürünü nede sanatçı söz konusu olacaktır. Nice sanat alanında şaheserler ortay koyabilecek insan vardır ki, sanatsal bir ortamla hayatlarında hiç karşılaşmadıkları için sanatçı olamamışlardır. Diğer taraftan sanatsal yetenekleri mükemmel olan birçok insan o sanat alanında bilgiyi elde edebilmesi yada halihazırdaki bilgiyi geliştirebilmesi mümkün olmadığından çalışmaları bireysel çabaların ötesine geçememiş, ürettiklerini toplumun istifadesine sunamamıştır.
Bilimde ve bilimsel yöntemlerdeki gelişmelerle güzel sanatlardaki ilerlemeler eş zamanlıdır. Bilime gereken önemin verilmesi, beraberinde sanatsal bilginin ve sanatında önem kazanmasına yol açmıştır. Günümüzde ölümsüz eserler kazandırabilen sanatçılar genellikle bu işin eğitimini alan insanlardır. Bilimsel temellere dayanmayan sanat ise, popülist olmaktan öte geçmemekte, kalıcı olamamaktadır. Türk sanat musikisinin ölümsüz eserleri, Bethoven’in, Mozart’ın Klasik eserleri yıllar süren bir eğitimin, sanatsal bilgi birikiminin ürünü oldukları için hala zevkle dinlenmektedir. Öte yandan eğitimsiz insanlar tarafından yalnızca ticari gayeli üretilen hafif batı müzikleri ortaya çıktıkları an ömürlerini tamamlamaktadırlar.
Bilimsel düşünce tarzının kritik unsurları sanat içinde aynen geçerlidir. Amaçsız, hedefsiz sanat olmaz, olduğunu iddia edenler varsa mutlaka yanılmaktadır. Soyut resim ürettikleri iddiasında olan, yaşamasının idrakinden bile uzak nice ressam ruhunun sağa sola yalpalamalarını tuvale aktarmakta, kimsenin anlayamadığı garip çizgileri ve renkleri sanat adına piyasaya sunmaktadır.
Sanatçı üreteceği sanatta amacını belirledikten sonra amaca nasıl ulaşılacağını çeşitli politikalarla belirleyecektir. Mehmet Akif toplumsal kaygılarına çözümler üretme derdinde olduğu için gündelik hayatın çarpıcı anlarını şiir tekniğini kullanarak ortaya koymaya çalışmış ve ölümsüzleşmiştir. M. Kemal ATATÜRK askeri ve siyasi dehasını sanatçı inceliği içerisinde amaçladığı hedefler doğrultusunda kullanmış, milletinin kaderine yön vermiştir.
Sanat ve bilim her ne kadar birbirinden ayrı unsurlar gibi görünse bile, bilimsel düşünce tarzı ve sonuç niteliğindeki bilim sanatın arka planını oluşturur. Aralarındaki tek fark, sanatta hitap edilen yönün yani insan ruhunun beslenmesinin maddi yöne kıyasla daha ağırlıklı olmasıdır. Sanatçı en azından kendi alanı ile ilgili olarak yeterli bilgi birikimine sahip olmalı, bilimsel düşüncenin kritik unsurlarını gözönünde bulundurarak sanat ürünlerini ortaya koymaya çalışmalıdır.
1.4. Bilim Ve İrfan
Pozitivizmin kapitalizmle birlikte hızlı yükselişi beraberinde doğrudan deney yoluyla elde edilen bilgilerin dışında bütün bilgilerin kabul edilmemesine ya da gerekli itibarın gösterilmemesine neden oldu. Bu gelişim gelişmiş ülkelerde materyalizme olan aşırı güven nedeniyle madde dışı olanın genel olarak ruhsal (spiritüel) olarak nitelenmesine, spiritüel olanın da gerçek olmadığı ön yargısıyla reddine yol açtı. Az gelişmiş yada gelişmemiş ülkelerde ise yarım aydınlar ezilmişlik psikozu ile kurtuluşlarının gelişmede, gelişmenin ise batı da olduğu gibi spiritüel olandan kurtulup, kalkınmanın deneysel bilginin kabul edilmesiyle gerçekleşebileceğine inandılar. Bu genel kanaat bu ülke aydın çevrelerinde 1970’li yılların sonlarına kadar devam etti.
Deneysel olanın bilgisinin herşeyi açıklayabileceği düşüncesinin hakim olduğu bu tip bir bilgi tarzının müşahhas olarak gerçekleştiği teknoloji alanındaki hızlı gelişme ve yeniliklerin insanların sorunlarına tümüyle çare olamaması, hatta bir takım yeni sorunları gündeme getirmesi, deneysel olanın bilgisinden insanları daha farklı bilgi kaynaklarına yöneltmeye başladı. Bu tarz bilgi kaynakları gerçekte insanlığın varoluşundan beri bulunmakta ve sürekli olarak yenilenmekteydi. Özellikle bu tip bir bilgilenme tarzı aydın kabul edilen çevrelerde pek itibar görmediğinden genellikle avam olarak nitelenebilecek halk kesimlerinde bulunuyordu. Üstelik bu tip bir bilgi ile donatılmış olan insanlar zaman zaman -aydın kabul edilen kesimin çoğunlukla halkıyla yabancılaşmış olması nedeniyle- aydınlar dışındaki kesimlerden daha fazla itibar görmekteydi.
Deneysel olanın bilgisi dışındaki bilgi tarzlarından en önemlilerinden birisi, kişisel ve içsel deneyimlerin bilgisi olarak nitelenebilecek hayat bilgisi yani “İRFAN”dır. İrfan arapça arafa kökünden yani tanıma kökünden gelmektedir. Bu anlamıyla hayatı anlama ve kavrama , tecrübe etme süreciyle elde edilebilecek bir bilgi türüdür. Bu tip bir bilgilenmenin yoğun olarak bulunduğu insanların halk arasındaki ismi “çarıklı erkandır. Çünkü bu insanlar modern anlamdaki eğitim kurumlarından geçmemiş insanlardır. Bu tip bir bilgi ile donatılmış olup çoğunlukla deneysel bilgiyi elde etmemiş olan insanların sorunlara spontane ve pragmatik yaklaşımı, halk tarafından anlaşılırlıklarının yüksekliği, sorunların çözümünde kamuoyunun yoğun desteği nedeniyle halk tarafından daha hızlı bir süreçte kabullenilmişlerdir. Aydın kesimlerin keskinleşmiş inatları neticesinde “çarıklı erkan”la gerekli temaslar kurulup sorunların birlikte halledilmesine yani tecrübelerin bilgisi ile deneysel bilginin birleştirilip daha pragmatik bir bilgi ve bilgilenme yolunun oluşmasına engel olundu.
Gerçekte bilinmesi gerekenler, bilinenlerin yanında oldukça büyüktür. İnsanlık tarihi aynı zamanda bu bilgilenme çabasının da tarihidir. Fakat bilinmesi gerekenlerin çokluğu nedeniyle dünya varoldukça bu bilgilenme süreci yani keşif (bilinmeyen fakat varolanın bilinmeye başlaması) ve icat (bilinenlerden hareketle bilinmesi gereken şeylerin üretilmesi) devam edecektir. Bu sürecin hızlandırılması ise bilgilenme kaynaklarının tekliğinden ziyade çokluğu sayesinde mümkün olacak keşif ve icatlar sorunların çözümünde daha etkili olacaktır. Bu nedenle deneysel bilgi dışındaki bilgi kaynaklarından tecrübenin bilgisi yani irfan gözardı edilmemeli ve tecrübenin bilgisinin arkasındaki yatan deneysel yolla elde edilen bilgiler araştırılmalıdır.
İrfan, klasik eğitim ve öğretim tarzı ile yani kitaplardan öğretmenlerden hareketle elde edilebilecek bir bilgi çeşidi değildir. İrfan kültürün ulaşma, bizzat yaşama, pek çok olayla karşılaşma, karşılaşılan olaylardan hareketle faydalı ya da zararlı alanların farkına varmakla, herşeyden önemlisi de yaşanan olayları iyi analiz edip korelasyonları tespit edip anlama ve buradan hareketle sonuçlar çıkarıp gelecekte gerçekleşecek benzer olaylara çözümler bulmakla olacaktır. Bütün bu çeşit bilgilenme süreci aynı zamanda uzun bir yaşam sürecini de beraberinde getirir. Bu nedenle irfan sahibi insanlar her zaman yaşlı insanlar olagelmiştir. Bizim tarihsel geçmişimizde de -kültürel mirasımızın oldukça zengin olması nedeniyle- bu tip insanlara özellikle tarihsel metinlerde çokça rastlarız. Örneğin geçmiş yaşantımızı çok iyi analiz eden destanlarımızda, hikayelerimizde sorunların toplum zihnini karıştırdığı dönemlerde yaşlı, bilgili halk tarafından sevilen birisi ortaya çıkar ve mantıksal bir yaklaşımla sorunu aniden çözümleyiverir. Çoğunlukla bu insanlar ermiş olarak nitelenen insanlardır. Gerçekte bu ermişlik madde ve mananın bilgisinin bu insanlar tarafından iyi analiz edilmesine yani bilginin her çeşidine erişilmiş olmasına bağlıdır. Dede Korkut Hikayeleri’nde görüldüğü gibi sorunların yoğunlaştığı dönemlerde Dede Korkut’un ortaya çıkması ve sorunlara gerçekçi çözümler üretmesi bunun bir örneğidir. Bu insanlar gerçekte tecrübenin bilgisine yani irfana ulaşmış insanlardır.
Hayat ilmi yani tecrübenin bilgisi ile ilgili olarak iki örnek daha verebiliriz. Bunlardan birincisi Ankara Esenboğa Havaalanı yapılmadan önce yer tespitinde bulunulurken koyun otlatmakta olan bir çobanın mühendislere “burada çok sis olur” deyip havaalanı seçiminde burasının uygun bir yer olmadığı ikazında bulunmuş, fakat bu uyarı dikkate alınmamıştır. Özellikle kış aylarında burada çok sis olmakta ve uçakların iniş ve kalkışlarında büyük sorunlar yaşanmaktadır. Bir diğer örnekte Eskişehir Kenti kurulmadan önce Alaaddin Keykubat, kentin kurulacağı yerin çevresindeki dört ağaca ciğer astırmış, ciğerlerin bozulmadığını görünce kenti buraya kurdurmuştur. Bilimsel çalışmaların da gösterdiği gibi bu bölgede hava sirkülasyonu fazla olduğu için oksijen düzeyi oldukça yüksektir.
Sonuç olarak, irfanla beslenmeyen bilgi hayatı, insanları sorunları anlama ve kavrama konusunda geleceğe yönelik pragmatik, çözümleyici bir bilgi olmaktan uzak olacaktır. Bilgilenme kaynakları bu nedenle sınırlandırılmamalı, eklektik (bütünleştirici, birleştirici) bir yaklaşımla bütün bilgi kaynakları -deneysel bilgi, irfan(kişisel ve içsel deneyimlerin bilgisi), ahlak (iyinin ve kötünün bilgisi), metafizik( mutlak varlıkla ilgili olayların bilgisi) mantık, metod, bilgisi vs. birlikte ele alınıp kullanılmalıdır.
II. FELSEFE
2.1. Kelime Kökeni, Tanımı ve Konusu
Felsefe konusunun daha iyi anlaşılması ve de bu konudaki bir çok bulanık anlayışların önüne geçebilmek amacıyla, kelimenin kök manasının üzerinde durmanın yerinde olacağı kanaatindeyiz.
Eski Yunanca'da philia (sevgi) ve sophia (bilgi, bilgelik) kelime kökenlerine dayanan felsefe (philosophia), bilgelik sevgisi anlamında kullanılmaktadır. Bu bağlamda, İslam dünyasında aldığı şekil olarak ifade edebileceğimiz felsefe kelimesinin Hikmeti Seven manasına geldiği dikkati çekmektedir. Buradan hareketle de, hikmet yolunu tutanların ve sevenlerin Feylesof (philosophos) adını aldıklarını söyleyebiliriz.
Farklı dillerde olmasına karşın aynı manayı veren felsefe kelimesinin, Almanca'da Philosophie, Fransızca'da Philosophie, İngilizce'de ise Philosophy kelimelerine karşılık olarak kullanıldığı bilinmektedir.
Ancak felsefenin ne olduğu ve neyle uğraştığı eski Yunan'da düşüncenin uyandığı zamandan beri ileri sürüldüğü ifade edilmektedir. Ne var ki, felsefeye yalnız Yunanlılardan başlamak doğru değildir. Milattan Altı Yüzyıl önce Hint ve Çin’de tabiat olayları üzerinde düşünülmüştür. Yine bu medeniyetlerde Yunanda olduğu gibi tabiat üzerindeki neticesiz ve karışık açıklama denemelerinden sonra, insanlar birleşik bir açıklamaya ulaşamamaktan dolayı telaşa kapılmışlar, bilgilerinin temelinden şüphe etmişler, hakikatı inkar etmişlerdir. Yine bu medeniyetlerde bu inkar döneminden sonra, düşünce kendi kendisine çevrilmiş, dış alemdeki boşuna ve yorucu sergüzeştlerinden vaz geçerek hakikati kendi kendinde aramaya kalkmıştır. İşte buradan, Hint ve Çin sofistlerini takip eden büyük ahlakçılar, Bouddhisme ve Confiçyüs cereyanları Sokrates'e paralel olarak hemen aynı asırlarda doğmuşlardır. Demek oluyor ki felsefenin doğuşu Yunana mahsus istisnai bir olay değildir. Yeryüzünde aklın uyanışı ve insanın önce tabiata, sonra kendine çevrilmiş batışından doğan bütün fikir denemeleri halinde safha safha ve birbirine benzer şekillerde, bir çok yerlerde birden meydana çıkmıştır. Yine bunun içindir ki, bir dönem terim olarak Batı'nın Yunanca’dan aldığı hakim ve hikmet sözlerini yeryüzüne yaymak, insanlık şuurunun muayyen bir uyanış safhasından sonra kazandığı bir sıfat, bir mertebe olarak görmek doğru olur.
İlk belirtileri bu şekilde arz olunan bu eleştirici tutum, bugün bildiğimiz anlamındaki varolanlar üzerine yöntemli bir düşünme olan felsefeye yol açmış, üstelik bütün Batı uygarlığı için başlıca bir çıkış yeri olmuştur ve insanlık tarihinde gittikçe de ağır basmıştır.
Bu bağlamda, Eflatun'a göre felsefe hayretten ve hayreti çözmek için yapılan zihin gayretinden doğmuştur. Aristo ise daha ileri giderek felsefeyi çelişkiyi çözmek için zihnin yaptığı gayret olarak tanımlar. Ancak çelişmenin çözülmesi ile sadece akli münasebetler kurulmaz. O'na göre asıl sebep araştırılır; zaten felsefe de, sebeplerin sebebini araştırmaktır.
Hellenistik Çağ'’ın ahlak sorunları üzerinde durulan ilk dönemin (Ahlaksal Dönem) üç büyük çığırına (Şüphecilik, Episkurosçuluk ve Stoa) göre ise felsefe; mutluluğa götüren yolun ne olduğu sorusunu araştırmaktır.
Seneca'nın da ifade ettiği gibi, "Hikmet insan zihninin yetkin iyiliğidir, felsefe hikmet sevgisi ve araştırmasıdır. Biri öbürünün gayesidir. O'na göre Felsefenin böyle adlandırılmış olması buradan gelmektedir; bu apaçıklığın ta kendisidir. ............ Felsefenin başka tariflerini yapmak için daha başkaları da var: bir kısmı onun faziletin incelenmesi, başkaları zihnin terbiye ve düzeltilmesinin incelenmesi olduğunu söylediler. Bazıları da doğru aklın araştırılması adını verdiler. Fakat uyuşmanın aşağı yukarı umumi olduğu yer felsefe ile hikmetin arasındaki fark üzerindedir. Bunun için arzulayanla arzulananın aynı şey olduğu olamaz. Tamah ile para arasındaki fark birinin hırsla istemesi, öbürünün hırsla istenilmiş olmasıdır. Felsefe ile hikmet arasında da tıpkı böyledir, biri öbürünün neticesi ve karşılığıdır. Öbürü onu bekler, Hikmet Yunanlıların Sophia dedikleri şeydir. Romalılar da şimdi Philosophia kelimesini kullandıkları gibi bu kelimeyi kullanmaktadırlar."
İlk çağlardan beri buna benzer bir çok tanımı yapılan felsefe yüzyılımızda "Canlı varlıklar ve eşyanın ilkeleriyle, insanın evrendeki rolüyle ilgili görüşlerin ve inançların tümü" olarak tanımlanmakta ve "varolanların varlığı, anlamı ve nedeni üzerinde sorularla ortaya çıktığı" belirtilmektedir. Bu yönüyle de bazı felsefecilerde çocukça yönlerin bulunup bulunmadığı tartışmalarını gündeme getirmiştir.
Gerçekten de insan, diğer canlılarla karşılaştırıldığında soru sorabilen tek yaratıktır. Bu durum, onun, maddi ve tarihi şartlardan, içinde yaşadığı olaylar zincirinden kendini soyutlayarak hayat karşısında vaziyet alabildiğini gösterir en belirgin özelliğidir. Nitekim bu sayededir ki, insan, kendine has bir hürriyete, evreni tanıyabilme kabiliyetine ve değerlere yönelebilme gücüne sahiptir.
Bu sorular içinde öyleleri vardır ki, bunların bekledikleri cevaplar, ne günlük hayatta elde ettiğimiz bir bilgi, ne duyularımızın bildirdiği dış dünya hakkındaki izlenimler, ne de bilimlerin inceledikleri olaylar ve bağlı bulundukları sebep-sonuç ilişkileridir. Bunlar, günlük hayatla ilgili kaygılardan, somut bir eser meydana getirme amacından doğan problemlerin giderilmesiyle alakalı değildir. Fakat belki, bütün bunları ve yukarıdaki sözü edilen her türlü bilgiyi kazanılmış varsayarak, onları aşmaya ve temellendirmeye çalışan sorulardır. Genel bir yaklaşımla, düşünme faaliyeti içinde kullandığımız veya karşılaştırdığımız kavramların anlamını yakalamaya çalışan “nedir” tarzındaki sorular ile varlığın özünü, insan bilgisinin imkan ve sınırlarını, insanın evrendeki yerini, davranışlarındaki doğru prensipleri belirlemeyi kendine amaç edinen sorular bu türdendir. İşte bunlar, felsefi soru adını alırlar varlık, bilgi ve değer hakkında toplu bir görüş, bütüncül bir bilgi elde etme amacı güderler.
Kaldı ki, burada adı geçen varlık, bilgi ve değer kavramları felsefenin ana konularını içerir. Temel sorusunun varlık ile ilgili olan kısmına Ontoloji (Varlık Bilim) ya da metafizik (Fizik Ötesi) adı verilir.
Felsefe, varlığın ve hayatın anlamı üzerine bilgi olduğuna göre, böyle bir bilginin en önemli konularından birisi kuşkusuz bilginin kendisi olacaktır ki, bu tip sorulardan oluşan bir felsefe ise, Epistemoloji (Bilgi Felsefesi) adını almaktadır. İyi, götü, güzel, çirkin gibi soruları içeren ve bu değerler üzerindeki düşünme ise değerler felsefesi (ahlak felsefesi) olarak anılmaktadır.
Aslında bu tip soruların eksiksiz ve kesin bir cevaba ulaşması, varlık, bilgi ve değer üzerine tam ve bütün bir bilginin ortaya çıkması veya bir insanın böyle bir bilgiye sahip olabilecek ölçüde olgunluğa ermesi hali Hikmet (Bilgelik)'tir. Hikmet beşeri ve ilahi olan şeylerin, bütün olup bitenlerin esasını bilmektedir. Felsefe ise, böyle bir iddiada değildir. O, hikmete ulaşmak anlamında değil, onu sevme, ona hasret duyma, yönelme anlamında bir bilgidir. Nitekim, yukarıda da belirtmiş olduğumuz Felsefe kelimesine esas olan Yunanca Philosophia (hikmet sevgisi) kelimesi bunu vurgulamaktadır. Kaldı ki felsefenin özü, herhangi bir bilgiye sahip olmaktansa, o bilginin aranması, o bilginin amaç edinilmesidir. Bu nedenle de felsefede cevaplardan çok soruların önemli olduğu söylenir.
Felsefenin konusunun, ilk felsefi sistemlerden bugüne kadar felsefe tarihini incelersek iki mesele etrafında toplandığı görülür. Birincisi, insanın bir ferd olarak veya topluluk içinde hareket hattını rasyonel bir tarzda düzenlemek için “nasıl davranmalıdır” sorusuna cevap oluşturacak aksiyon meselesi; ikincisi ise; alemi, alemde olup bitenleri anlamak ve açıklamak üzere bilgi problematiği'dir, ki; bütün felsefi spekülasyonun değişmez umumi konusu olmuşlardır.
Ne var ki, felsefe kelimesi, etimolojisinin de ifade ettiği gibi, "hikmet sevgisi" olduğundan hikmetinde sadece alem hakkında ve kainatta olup bitenler hakkında tam ve sağlam bir bilgiyi değil, aynı zamanda aksiyonun rasyonel kaidelerine göre hareket etmediği de ifade ettiği göz önünde tutulursa, ilk şeklinde olduğu gibi bugünkü durumunda da, meselenin konuluş ve çözülüş tarzı ne olursu olsun, bütün felsefi düşüncenin yine ilmin ve ahlakın temelleri, sınır ve değerleri meselesi üzerinde toplandığı görülür.
Muhakkaktır ki felsefe teriminin konuluşundan önce ve sonra hikmet, ilim, felsefe terimlerinin manalarındaki ilk birlikten başlayarak bugüne kadar türlü filozofların bu kelimeye, bu bilgiye verdikleri farklı manaları, felsefeyi anlayış tarzlarını ayrı ayrı ele almadan ve bunlar arasında müşterek yönleri ve benzer olanları ile ayrı ve benzemeyen, hatta zıd ne varsa onları gözden geçirmeden evvel, aynı çağda, aynı felsefi sistemde beraberce bulunabilen değişik anlayışlar bulunabilir. Bu anlayışları burada üç ana grupta toplamak mümkün olacaktır:
İlk olarak felsefeyi, ameli ve nazari bütün bilgileri içine alan bir bilgi; konusu gerçeğin bütünü olan toplu bir açıklama; bir ilimlerin ilmi, bütüncül (üniversel) bir ilim olarak görüyoruz.
İkinci olarak, felsefe, ilimlerin başta matematiğin, sonra diğer müsbet bilimlerin felsefeden ayrı birer ilim kolu olarak kurulmalarıyla bütün bilgilerden değilse de ilimlerden ayrı, onların üstünde ve dışında bir bilgi olarak anlaşılmıştır. Bu anlayış bizi nesnelerin ve varlığın özünü bulmaya ve açıklamaya çalışan metafizikle her şeyin iradesi altında vücut bulduğu biricik varlık Tanrı'nın bilgisi olan teoloji ile birleştirir.
Son olarak, felsefe anlayışında, ilimlerin ilerlemeleri neticesi olarak bir değişiklik daha olmuş, bu da hem ilimlerin yöntemleri, vardıkları sonuçların değeri; hem de ilimlerin uğraştıkları alanların parça parça, kullandıkları yöntemlerin çeşit çeşit ve vardıkları sonuçların ayrı ayrı olması yüzünden bir ilimler teorisine, daha umumi olarak, bir bilgi teorisi'ne ihtiyaç duyulmuş ve böylelikle felsefe, mantiki, tenkidi bir disiplin olarak ortaya çıkmıştır. İlimlerin ilerlemesi ve ilim anlayışının pozitivizm hareketiyle değişmesi üzerine bir ucu felsefenin inkarına kadar varan büyük uzlaşmazlıklara şahid olunmuşsa da felsefe, sosyoloji, örf ve adetler ilmi tarafından yine elinden alınamayan aksiyon meselesi yanında bilgimizin sınırı ve değeri, yöntemleri üzerinde mantıki-meselelerini ortaya koyuşu ve çözümleri ne kadar farklı olursa olsun-muhafaza etmektedir. Böylece, felsefe ilmi bilgi, sonuç ve metodları ve bunların değeri üzerinde tenkidi bir bilgi de olsa yine ilmin dışında bir bilgi, hatta derece bakımından ilmin üzerinde bir bilgi olmak vasfını da kaybetmiş olmuyor.
Bu bağlamda, felsefe üç bölüme ayrılır; birincisi ruhu düzenleyen ahlak, ikincisi tabiatı arayan ve tarayan fizik, üçüncüsü de terimlerin hassalarını, birleşmelerini ve yanlışın doğrunun yerine kaymasına neden muhakemeyi açıklayan mantık'tır. Bunun yanısıra, ilk konusu insanı umumi hayata, nezakete ve muaşerete hazırlamak olan felsefe, konuşmayı değil hareket etmeyi öğretir.
2.2. Felsefi Bilgi ve Özellikleri
Yukarıdaki açıklamalarımızdan da anlaşılacağı gibi, felsefe, diğer bilgiler gibi, birden bire ortaya çıkıveren bir bilgi olmamıştır. Aksine felsefe, önceden kazanılmış bilgiler üzerine bir bilgidir; bir Refleksiyon'dur (Yansıma).
Zihin adeta elde etmiş olduğu bilgiler üzerine yeniden dönerek, onları bir tenkit ve değerlendirme süzgecinden geçirir. Buradan yeni bir şey öğrenilmemekte fakat zaten hazır olan bilgiler, evren, insan ve değer bütünlükleri içerisinde yeniden ele alınmaktadır. En son amaç, varlığın bütünlüğü içerisinde temellendirmeler olacaktır. Kaldı ki bu tarz yaklaşım felsefi bilginin kümülatif bir bilgi türü olma özelliğinden kaynaklanmaktır. Bu özelliğine göre, yapılan akıl yürütmeler, varılan sonuçlar birbirlerine eklenerek bir bütün elde edilmeye çalışılır. Bu bilgi, varılacak olan yeni bili muhtevaları ile zenginleştirilmeye hazır ve açık haldedir.
Bu özelliği yanı sıra felsefi bilgi, titiz ve atlama yapmaksızın sürdürülen bir zihin çabasıdır. Varmış olduğu görüşlerin, insan, evren ve değerler hakkında sistemli ve düzenli bilgiler olması gerekir. Bu düzen ve sistemlilik, felsefede ele alınan bütün konuların, temelde, varlık fikrine bağlı kalınarak değerlendirilmesinden ve mantık ilkelerinin burada son derece etkin bir şekilde kullanılmasından ileri gelir. Bu nedenle de ayrı ayrı konuların değerlendirilmesinde, aralarında sistemli bir bütünlük bulunmayan hiçbir görüş veya düşüncenin felsefe olarak anılması doğru değildir.
Buna rağmen, felsefi bilginin bilimlerde olduğu biçimde bir ilerleme özelliğine sahip olduğu söylenemez. Gerçi, içinde yeraldığı kültürün yapısı ve seviyesi, alakalı olduğu bilimlerin metod ve muhteva bakımından ilerleyişi, felsefi meselelerin tartışılmasında bazı yeni yaklaşımlar getirebilir. Ancak, bu, hiçbir zaman öğrenilmesi ve değerlendirilmesi gereken en doğru bir felsefenin en son ortaya çıkan felsefe görüşlerinden ibaret olduğu anlamını taşımaz. Bugünün düşüncesini ve onun değerini anlamak, çağımızda karşılaştığımız felsefe meselelerini gerektiği gibi tartışabilmek, beşeri düşüncenin tarihi geçmişini bilmekle mümkündür. Bu nedenle de, felsefe, tarihinden soyutlanarak öğrenilemez.
Felsefi bilginin bir diğer özelliği de doğruluğunun tahkik konusu edilemeyişidir. Bu özelliğine göre, bütün zamanlar için ortak, bütün zamanlar için geçerli bir doğruluk değerini herhangi bir felsefi sistem için düşünmek sözkonusu değildir. Bütün bunlara rağmen evrensel bir bilgi niteliği taşıyan felsefe, 18. yüzyıl Alman filozofu Kant'ın da belirtiği gibi öğrenilmez ancak felsefe yapmak öğrenilir.
2.3. Felsefenin Diğer Bilgi Türleri İle İlişkisi
Bu aşamada felsefenin, bilim, din, sanat ve politika gibi diğer bilgiler ile karıştırılmaması açısından sırasıyla aralarındaki ilişki ele alınmıştır.
2.3.1. Bilim-Felsefe
Bilim ile felsefe arasında sıkı bir ilişki olduğu, hatta felsefenin bir bilimler teorisi olduğu; her ikisinin de analizinde akla ve zihni bir takım ilke ve yöntemlere dayandıkları tartışmasız bir gerçektir. Aralarındaki ayrılığı felsefi hakikatlerin tecrübe ile gerçeklenemezliğinin, tecrübenin tasdikine arz olunmamasının teşkil ettiği söylenirken tecrübenin çeşitli ve zıd zihni yapıları aynı derecede ve değerde birer hakikat diye kabul etmiş olması karşısında değerinin ne olacağı düşünülmelidir. Kaldı ki, bilim ve felsefe arasında bulunan paralellik her ikisinin de, hazır ve basmakalıp bir bilgi ile yetinmeyip, aktif ve tenkitçi bir tavırla doğrulara yöneldiğini göstermektedir. Yine her ikisi de, mantık ilkelerini titizlikle kullanarak adım adım ve atlama yapmadan evrendeki düzenin sebep ve kanunlarına inmek, insan hayatını anlamak istemektediler.
Buna rağmen her iki bilgi sahası arasında önemli farklılıklar vardır. Şöyle ki, bilim; genel geçerliliği olan ve herkesçe gözlemlenebilir olgulardan hareket eder. Vardığı sonuçları ise, yine olgulara dönerek doğarlar. Felsefe de ise, hareket noktasının olgulara dayanma mecburiyeti olmadığı gibi, varılan sonuçların da doğrulanabilirliği, olgular ile olmaz. Bunun gibi yine felsefede, ölçme yapılamadığı ve ölçülenler arasında eşdeğerlilikler kurulamadığı içindir ki, ona dayanılarak, mesela bir teknoloji kurulamaz.
Ayrıca paralel amaçlarına rağmen bilim ve felsefe, iki ayrı ihtiyaca cevap vermektedir. Ne biri diğerinin birbirlerinin alanını bütünüyle kaplamış değildir. Bilimlerin olayların ve olgular dünyası üzerindeki hakimiyeti yeni buluş ve ilerleyişleri, felsefe için ne kadar yönlendirici ise, felsefenin de, ayrı ayrı bilimlerdeki başarıları birleştirerek değerlendirilmesi bilim faaliyeti için o kadar ufuk açıcıdır. Kaldı ki felsefe, bilimlerdeki kavram ve ilkeleri aydınlatmakta, onların gerçekliği yansıtmadaki başarılarını tenkide tabi tutmaktadır. Bilimsel bilginin değerini, diğer bilgi türleri arasındaki yerini ve önemini ortaya koymak, yine felsefenin işidir.
Öte yandan bilimler, kendilerine has belli bir olay alanı seçip, bu olaylara uygun bir metod tekniği ile yaklaşır ve onlar arasındaki sebep-sonuç ilişkilerini belirlemekle yetinirler. Felsefeye gelince, o ele alınan bu olayların özünü, ilgili sahada kullanılan kavramları vermeye çalışır.
O halde diyebiliriz ki; "İlim bir ihtisaslaşmış felsefedir. .......... felsefe ise, ilim tarafından çözülmemiş meselelerin kalıntısını ihtiva eder."
Görüldüğü gibi, felsefenin diğer ilimlerden farkı, bütün bilgileri ve değerleri kuşatıcı olmasıdır. O hususi konuları birbirine bağlayan en geniş bir konu ile meşgul olur. Varolanlar'ın sınırlı konuları arasında ilişkileri görmeye çalışan derin ilim adamları bu suretle hem kendi ilimlerinin prensipleri üzerinde düşünmüş, hem de böylece bütün varlık ve bilme meselelerini kavramaya çalışmışlardır. Bu tarzda yetişen ilim adamları hakiki filozoflardır. Onlar ihtisaslarının konusunu bilmedikleri sahalara hızla yayarak acil umumi hükümler çıkaracak yerde, kendi ilimlerini felsefi bilgi yardımıyla tahlil ve tenkid etmede başarı sağlamış zekalardır ki, bu vasıta ile ilim yolu onları hakiki felsefeye götürmüştür. Bu manada Newton sadece fizikçi değil, aynı zamanda da filozoftur; Descartes matematikçi olarak başlamış, fakat analiz ve tenkitleriyle Modern felsefeyi kurmuştur. Claude Bernard biyoloji metotlarına ait analizleri ve tenkidleriyle felsefeye hizmet ettiği gibi, H Driesch de biyolojik tecrübelerle başlayan araştırmalarını felsefe için en verimli hareket noktası olarak kullanmıştır. Demek ki, tenkid ve analiz zihniyetine sahip bir ilim adamı hakiki filozof olabildiği halde bilimin dar çerçevesinde hazır bulduğu bazı fikirlerden hızlı ve genişletici varsayımlardan hareketle felsefeye özenen bilim adamları asla filozof sayılamazlar. Bilim sahasında başarıları kendilerine cesaret verdiği için bu tarzda denemelerde bulunan başarısız fikir adamı olsalar bile kendi bilimleri için yine değerlerini koruyabilirler.
2.3.2. Din-Felsefe
Çeşitli kaynaklarda felsefe ile dinin ayrı planda yer almasına karşılık, bu iki bilgi türünün birbirlerine zıt olduğu söylenmemektedir. Hata özellikle Hellenistik Dönem (Roma Felsefesi) felsefesi aydınlar için dinin yerine geçen bir dünya görüşü olmak istediği dikkati çekmektedir. Ancak ilkçağ sonlarındaki ortalığı kaplayan bir din gereksinmesi yüzünden felsefe de dinle karışmak, dinle iç içe olmak durumuna girmiştir. Oysa bu durum felsefenin başlangıç tutumu ile çelişiklik arzetmektedir. Çünkü felsefenin, dinden ayrılmakla başladığı kabul edilmektedir. Zaten felsefenin dinsel bir nitelik kazanması da Hellenizm (Roma Felsefesi)'e dayanmaktadır.
Bu bağlamda, gerek felsefe, gerekse din, varlık ve değer açısından en genelde ve temel olana yaklaşarak, ilk sebep ve prensipleri ve bununla bağlantıları içerisinde de evreni insanı anlamak ve anlatmak amacı güderler. Ne var ki bunlardan din, kaynağı bakımından ilahi, felsefe ise beşeridir. Dinde ortaya konan doğrular vahiy yoluyla Tanrı elçileri vasıtasıyla iletilmişken felsefede gerçeklere, ancak akıl ve akıl yürütme yoluyla ulaşılır. Yine dinde değişmeye kapalı bulunan temel prensip ve emirlere iman gerekirken, felsefede akıl yürütmeye dayalı ve soru sorma dinamizmi ile belirlenen beşeri bir çaba dikkati çekmektedir.
Görüldüğü üzere pekçok bakımdan benzer yöneliş ve görüşler içinde olan din ve felsefeyi yine de birbirleriyle karıştırmamak gerekir.
2.3.3. Sanat-Felsefe
Gerek sanatta gerekse felsefede, hayatı ve varlığı yeniden değerlendirme ve yorumlama özelliği dikkati çekmektedir. Her ikisi de dış olayların objektif gerçekliğini ferdi duyuş ve görüşlerle aşmak, insana has olan bir iç zenginliğini ifade etmek isterler. Çünkü, Demokritos'unda belirttiği gibi; "bütün insanlar için iyi ve doğru birbirine benzer. Zevkler ise herkese göre değişir."
Aristoteles'e göre ise sanattaki yaratma, düşünme ve eylemi yanında insanın bir başka ana davranışıdır. Sanat bir benzerini yapmadır. Sanat yapıtı bir öykünme ürünüdür. Amacı ahlaksaldır; duyulanımlardan arınmayı sağlamaktır. Bilimde olduğu gibi, sanat yapıtı da özel'de tümeli belirtmelidir. Aristoteles için sanat da bilgidir; dolayısıyla sanat da mutluluk kaynağıdır.
Sanat ve felsefeyi birbirinden ayıran kesin ve önemli çizgileri şu şekilde ifade edebiliriz; Sanatçı, sezgi ve coşkuyu kullanarak birden ve bir bütün halinde adeta varlığa katılırken, filozoflar kavramlar yolu ile kademeli olarak özlere yaklaşmak yada onları tasvir etmek isterler. Birinde hakim olan hayal gücü ve duygu, diğerinde yerini akıl ve mantık ilkelerine bırakır. Sanatçıyı ilgilendiren, güzeli bulmak, duymak ve yaşamak iken, filozof sadece hakikat ve doğru olanı aramak, ispatlamak ve kavramlarla ifade etmek amacındadır.
2.3.4. Politika-Felsefe
"Karar birimlerinin, felsefe, amaç ve tutumunun belirli şekilde ifadesi, diğer bir değişle, belirli bir felsefe veya amaç doğrultusunda hareket planı uygulaması" olarak tanımlanan politika, objektif olmak zorundadır. Sınırları çizer ve böylece sınırlar içindeki olaylar sözkonusu olunca ne gibi kararların alınacağını daha kolay bulur. Bu bağlamda alınacak kararları, yapılacak işleri yönlendiren ve düşünceleri etkileyen genel ifadeler olarak ele alabileceğimiz politika, yapılacak işlerin ve alınacak kararların çerçevesini belirlemektedir.
Kişinin ne yaptığı ile değil ne yapması gerektiği ile ilgili olan politika, amaçlar arasında bir tutarlılık bulunmasını güvenceye alır, kısa vadeli sorunları ve zorlukları çözmek için alınan aceleci kararları önlemeye çalışır. Görüldüğü gibi, felsefe ve politika içiçe girmiş kavramlardır. Gerçekten de bunu, Eflatun'un, devlet adamlarının filozof olmalarını istemesinde bulmaktayız. Şöyle ki "Filozoflar devletlerde kral olmadıkça, ya da şimdi kendilerine kral ve hükümdar adı verilenler gerçek ve ciddi filozoflar olmadıkça, aynı konuda politika gücü ile felsefe birleşmiş görülmedikçe, bir yandan da kati bir kanun tabii istidatları münhasıran birinden birine yönelenlerin hepsini işlerden uzaklaştırmadıkça, ne devletleri kasıp kavuran kötülüklerin, ne de hatta insan cinsinin kötülüklerinin bir sonu olmayacaktır. ........ İdeali bilmeyen devlet adamı bir yalancıdır". Buradaki yalan, Eflatun'a göre kesin bilmezlik anlamında kullanılmıştır.
2.4. Neden Felsefe ?
Buraya kadar yapmış olduğumuz açıklamalarımızdan da anlaşılacağı üzere felsefe sözü bize bilgeliğin incelenmesi'ni anlatmaktadır. Kaldı ki, bilgelikten de yalnız işlerimizde ölçülülük değil, fakat hayatımızı sevk ve idare için olduğu kadar sağlığımızı koruma ve bütün zanaatlerin icadı için de insanın bilebildiği bütün şeylerin tam bir bilgisi anlaşılır; bu bilginin böyle olması için de, onun ilk nedenlerden çıkarılmış olması gereklidir; böylece, bu bilgiyi edinme yolunu öğrenmek için-ki asıl felsefe budur-bu ilk nedenleri aramakla işe başlamak gerekir.
İşte felsefe, bütün diğer incelemeler gibi bilgiyi hedef edinir. Bunun istediği bilgi öyle bilgilerdir ki, ilimlerin toplu bütününe birlik ve sistem verir; ve kanaatlerimizin, batıl fikirlerimizin, inanışlarımızın esaslarının eleştirel bir surette tetkikinden çıkar. Fakat, felsefenin kendi meselelerine cevap vermek için teşebbüslerinde büyük ölçüde muvaffak olduğu iddia edilemez. Kaldı ki felsefenin değeri gerçekte asıl onun kesin olmamasında aranmalıdır. Felsefeden payı olmayan adam, ruhunda, derinlemesine düşünen aklının rızası olmadan yetişip büyüyen kanaatler, sağduyudan ve asrının, milletinin inanışlarından çıkan batıl itikatlar içinde kapalı olarak yaşar gider. Böyle bir adam için dünya belirli, sonlu ve açıktır; onun içinde hiç bir soru gerektirmez. Oysa tersine, felsefi düşünceye başlar başlamaz, temas ettiğimiz şeyler bile bizi ancak pek eksik cevaplar verilerek meselelere sürükler. Felsefe her ne kadar doğurduğu şüphelere verilecek doğru cevapların ne olduğunu kesin olarak bize söylemese bile, fikirlerimizi genişletecek ve o fikirleri örf ve adetlerin baskısından kurtaracak bir çok imkanları telkin edebilir. Böylece eşyanın ne oldukları hakkında kesin duygularımızı azaltırken, diğer taraftan da o eşyanın ne olabilecekleri hakkında bilgilerimizi pek ziyade çoğaltır. Kaldı ki felsefe yine Russel'in de belirttiği gibi, "Eğer arzu ettiğimiz gibi bir çok sorulara ondan beklediğimiz cevapları veremese bile hiç olmazsa aleme karşı olan ilgiyi çoğaltan sorular sormak kuvvetine sahiptir ve hatta gündelik hayatın en basit eşyasında hemen yüzeyin altında duran tuhaflıkları ve mucizeleri gösterir".
Bu bağlamda da felsefesiz yaşamak, açmaya çalışmadan gözü kapalı yaşamaktan başka birşey değildir; üstelik, gözümüzün görüp meydana çıkardığı bütün şeyleri görmenin ve bu vasıta ile renkler ile ışığın güzelliğini tatmanın verdiği zevk, asla felsefenin bulup meydana çıkardığı şeylerden edinilen bilginin verdiği neşe ile ölçülemez. Ahlakımızı düzenleme ve bu dünyada hayatımızı idare için felsefe öğrenmek, adımlarımıza öncülük için gözlerimizi kullanmaktan çok daha gereklidir.
Öte yandan, insanların sadece vücutlarını korumayı ön planda tutarak vücutlarını besleyici yiyecekleri aramakla meşkul olmaları, onları diğer canlılarla eşdeğerde tutmaktadır. Oysa, varlığının başlıca bölümü ruh olan insanların temel düşüncesi, ruhun gerçek gıdası olan hikmeti (bilgeliği) aramak olmalıdır. Ancak bu tarz bir davranış onun diğer canlılardan farklı olduğunun bir göstergesi olacaktır. Şu bir gerçektir ki, eğer bir çok kimse bilgeliği arama yolunda muvaffak olacaklarını ümid etselerdi ve ne dereceye kadar buna muktedir olacaklarını bilselerdi, şüphesiz kendilerini bu arayışa vermekten çekinmezlerdi. Çünkü şu mevcut olan dünya da bile ruhun hazzı, bedenin hazzı kadar önemlidir. Zaten felsefenin değeri de sadece bu ruhun hazları arasındadır. Yalnız bu hazza karşı ilgisiz olmayanlar, “neden felsefe?” sorusana karşılık, felsefenin bir vakit kaybetmekten ibaret olmadığına inanırlar.
O halde, felsefenin felsefe ile ilgili olanların dışında başkaları için de bir değeri varsa, o da, felsefeyle ilgilenenlerin hayatındaki etkiler dolayısıyla, doğrudan doğruya olmayan bir değerdir. Bu sebeple, eğer neden felsefenin değeri ya da bir diğer ifade ile neden felsefe? sorusuna bir yerde cevap aranacaksa, önce etkilerinde aranmalıdır.
Burada şunu da belirtmeliyiz ki, Epikuros'un da ifade ettiği gibi felsefe ile uğraşmaya, hiç çekinmeden, daha genç yaştayken girişmeli, ama ihtiyarlıkta da yorulup bırakmamalıdır. Çünkü can sağlığı uğrunda bir şeyler yapmak için hiç kimse ne çok genç ne de çok ihtiyardır. Felsefe ile uğraşmak için henüz çok erken, ya da çok geç olduğunu söyleyen, mutluluğu için uygun vaktin daha gelmemiş ya da geçmiş olduğunu söyleyene benzer. Şu halde ihtiyar da, genç de felsefe ile uğraşmalıdır; birincisi bunu geçmişin kendisine bağışladıklarını hatırlayarak bundan duyduğu zevkle genç kalmak, ikincisi de korkusuzca geleceğe bakmak, böylelikle aynı zamanda hem ihtiyar, hem genç olmak için yapmalıdır. Şüphesiz, mutluluk verecek şeyleri vaktinde öğrenmekte gerekir; çünkü her şeyimiz ondadır. Kim mutlu değilse onu elde etmek için her zahmete katlanmalıdır. Kaldı ki, Demokritos'un da ifade ettiği gibi nasıl ki tıp vücudun hastalıklarını iyi ederse, hikmet de ruhun kötülüklerini yok eder. O halde gerek ruhun gerekse vücudun hastalıklı olması halinde mutluluğa gölge düşüyorsa, bu gölgeyi kaldırabilmenin yolu da felsefeden geçer.
III. BİLGİ TEORİSİ
Bilgi teorisi, bilginin bilimidir. İngilizce de bilgi sözcüğüyle eşanlamlı olan Yunanca epistemoloji ya da İngilizce biliş sözcüğüyle eş anlamlı olan Yunanca gnoseoloji olarak da adlandırılan bilgi kuramı adından da anlaşılacağı gibi, bilgi kuramı hem bilişsel eylemler ve hem de bilişsel sonuçlar üzerinde durmaktadır.
Bilgi kuramı üç klasik problem üzerinde durur. Temel problemlerden birincisi “doğruluk” nedir. Bu doğruluğun özünün ne olduğu sorusuna karşılık gelir. Bilgi kuramının ikinci klasik problemi, bilginin kaynakları problemidir. Bu problemde bilginin, o gerçekliğe ilişkin tümüyle haklı kılınmış bir bilgi olacaksa eğer, neye dayanması gerektiği konusuyla ve böyle bir bilgiyle ulaşmak uğraşır.
Bilgi kuramının üçüncü klasik problemi bilginin sınırları problemidir. Bu problem bizden neyin bilginin konusu olabileceğini yanıtlamaya çalışır. Şimdi bilgi kuramının çözmeye çalıştığı sorunları ayrıntılı olarak ele alalım.
3.1. Bilginin İmkanı
Bilgi teorisinin ilk sorusu bilginin mümkün olup olmadığı sorusudur. Bu soruya olumlu cevap verenler genellikle felsefe tarihinde ‘ dogmatik filozoflar’ olarak kabul edilir. Buradaki “dogmatik” kelimesi bir inancı körü körüne savunan , önyargılı bir insanın zihin tavrını ifade eden anlamdan farklı şekilde kullanılmıştır. Bilginin mümkün olmadığını düşünürlere de felsefe tarihinde ‘şüpheciler’ veya ‘septikler’ denir. Bu çeşit bilgi görüşünü savunmanın felsefi adı ise ‘Şüphecilik' veya ‘Septisizm zorunlu olan yöntemlerle' dir. Felsefi manada şüphecilik Kant’ın ifadesine göre gündelik, teknik olmayan anlamından farklı olarak ‘özel nedenlerden hareketle diğerlerinin bilgi diye kabul ettiği şeylerin geçerliliğinden ve kesinliğinden şüphe duyan ‘kişinin temsil ettiği akıma denir. Şüpheci bir filozof, dogmatik bir filozofun bilgi iddialarını, bu iddialarının temelinde bulunan dayanak ve ölçütlerini çürütmek suretiyle reddetmeye çalışır.
3.2. Bilginin Kaynağı
Bilgi teorisinin veya bilgi felsefesinin ikinci bir problemi , bilgi kaynağı ve araçları sorunudur. Acaba bilginin ortaya çıkarılmasında genel olarak zihnin payı mı daha önemli yoksa zihnin dışardan çevreden aldıkları mı ? İnsanlar bilimi iki şekilde kazanırlar. Birinci olarak akıl ve düşünme yeteneği ; ikinci olarak duyuları algılama, gözlemleme yeteneğidir. Bu arada bilginin elde edilmesinde bu yoların haricinde bir üçüncü yolun olduğu felsefe tarihçileri tarafından ileri sürülen sezgi yolu olduğu ifade edilmektedir. Sezgicilere göre sezgi, insanı “doğrudan bir seziş ve araçsız bir kavrayış” la eşyanın bilgisine vakıf kılan üstün bir yetidir. Felsefe tarihinde Yunan dünyasında Plotionos, İslam dünyasında İmamı Gazali ve diğer İslam mistikleri veya tasavvufçuları, çağdaş Batı felsefesinde Bergson, sezgiciliğin önemli temsilcileri arasındandır.
Sonuç olarak demekti bilginin kaynağı veya araçları probleminde başlıca görüşler deneyci ve akılcı pozisyonlar, bu iki pozisyonu birbirleriyle birleştirmeye çalışan sentezci pozisyonlar ile bu pozisyonları reddeden ve bilgide sezginin rolünü ön plana çıkaran görüşlerdir.
3.2.1. Deneycilik (Ampirizm )
Klasik bir deneyci filozof örneği Locke’dür. (1632 1704) Locke’a göre insan zihninde doğuştan gelen hiçbir bilgi mevcut değildir ve her türlü bilginin kaynağı ve aracı deneydir. Felsefe dilinde kaynağı deney olan bu tür bilgilere a posteriori bilgiler denir. Esas olarak bilginin özelliğini ve kaynağına ilişkin felsefe problemine ayırdığı ünlü “İnsan Zihni Üzerine Bir Deneme “ adlı kitabında Locke zihni, deneyden önce içinde ve üzerinde hiçbir şey bulunmayan beyaz bir kağıda veya levhaya benzetmektedir.
3.2.2. Akılcılık(Rasyonalizm)
Bilginin duyu verilerine dayalı deneylerden kaynaklandığını ileri süren deneycilik akımının karşıtı bir felsefi akımdır. Dünyanın mantıklı ve rasyonel bir düzen içeren bir bütün olduğu ve yapısının doğrudan kavranabilir olduğu görüşüne dayanır. Temel ilham kaynağı matematiktir. Temel bazı bilgilerimizin kaynağı a priori veya deney öncesi akli sezgilerdir. Bilgi, bu sezgilerin zihin tarafından kavranmasıyla ortaya çıkar. İnsanın düşünme yoluyla kavradıkları duyu verilerini aşan tümellerdir. Her tümel (.................................) bir soyutlamadır. Matematik ve mantığın tümüyle başka pek çok alanın bazı bölümleri bu tür bilginin kapsamına girer. A priori bilgi hem zorunlu (başka yoldan elde edilmesi imkansız) hem de evrenseldir. Ahlak ve din alanında da insanın düşünme yeteneği kaynak kabul edilir. Modern rasyonalizmin ilk ve önemli temsilcisi Rene Descartes’tir. Descartes’in amacı felsefede matematik kesinliğe ulaşmaktı. Çıkış noktası, hiç şüphe götürmez kesinlikte olan sonuca varıncaya kadar herşeyden şüphe etmekti. Spinoza ve Leibnitz temel çizgileriyle Descartes’in yöntemini benimsediler, ancak çıkış noktalarında ondan ayrıldılar.
Alman filozof Leibnitz (1646-1716) görüşlerini şu ünlü cümlesi ile açıklar: “Gerçekten de zihinde deneyden gelmeyen hiçbir şey yoktur, yalnız zihnin kendisi müstesna! “ Yani Leibnitz, zihnin tek bilgi kaynağı olduğunu iddia etmemektedir. Sokrates, Platon ve Aristoteles gibi filozoflar bilginin kaynağını akıla dayandırmışlardır. Aristoteles’e göre bilgi duyumla başlar, ancak duyum değildir. Bilgide duyumun yanında başka bir öğenin, aklın işine karışması siz konusu olmazsa asla bilim (veya felsefe ) meydana gelmez. Aristoteles ılımlı bir akılcı filozoftur. Platon daha da ileri giderek “içine duyumun karıştığı bir bilgi, bilgi değildir” der. Yalnız başına akıl bilginin kaynağıdır. Yalnız akılla bilimsel veya felsefi bilginin standartlarına ulaşılabilir. Duyum akla yardımcı olmak şöyle dursun ona bir engeldir. Descartes’a göre her türlü doğru bilginin örneği matematiktir.
Akılcı filozoflara göre örneğin “ her olayın bir nedeni olduğunu “ söyleyen önerme, deneyle elde edilmiş olamaz; çünkü biz her olayın bir nedeni olduğunu hiçbir zaman göremeyiz o halde nedensellik ilkesinin bilgisinin kaynağı akıldır.
3.2.3. Eleştiri Felsefesi
Kant’ta göre bilginin meydana gelmesi için hem deney hem de zihnin gerekli olduğunu ileri sürüyor. Kant’ın bilginin yapısı ve kaynağı konusundaki görüşleri deneycilik ve akılcılığın sentezi şeklindedir. Kant’ın ünlü deyişiyle , “görüsüz( yani deneysiz ) kavramlar boş, kavramsız ( yani aklın kalıpları olmaksızın ) görüler kör dür”. Birincinin örneği klasik metafizik , ikincinin örneği hayvanların deneyleridir. Metafizik bir bilim olmadığı gibi hayvanların deneyleri de bilim değildir.
3.2.4. Sezgicilik
Gazali, içinde bulunduğu şüphe krizinden Allah’ın, ruhuna attığını söylediği bir ışıkla çıktığını söylerken ne duyusal , ne akılsal olmayan bilgi kaynağına işaret etmektedir. Sezgici düşünürler arasında , sezginin ne tür bir şey olduğunu ilişkin tam olarak teşekkül etmiş veya oturmuş bir görüş mevcut değildir. Ama yine de hepsi insanda duyular ve akıldan farklı ve onlardan üstün olan ve insanın bilmek istediği bir şeyi doğrudan doğruya, araçsız bir kavrayışla üzerinde herhangi bir akıl yürütme olmaksızın veya kanıt getirmeden bilmesini mümkün kılan bir yeti olduğuna inanırlar. Sezginin en büyük özelliği ifade edilemez ve başkasına iletilemez olmasıdır. Eğer sezgi başkasına iletilebilirse o zaman da veya sezgiye dayanan bilgi olmaktan çıkar.
3.3. Bilginin Ölçütü veya Standartları
Bilgi teorisi problemlerinden bir diğeri, bilginin veya doğru bilginin veya daha basit olarak doğrunun ölçütleri veya standartlarının ne olduğu sorunudur. Yani doğru bilginin doğru olduğunu hangi kıstasa göre değerlendireceğiz. En yaygın olan görüşe göre doğru, düşüncenin gerçekle uyuşmasından ibarettir. Eğer bir nesne hakkında oluşturulan görüş nesnenin kendisine uyuyorsa doğru, ona uymuyorsa yanlıştır. Buna doğru hakkında “uyuşma kuramı” (correspondence) adı verilir.
Doğruyu ölçme ile ilgili bir başka kuram ortaya çıkmıştır. Bilgi ile nesne arasında bir uyuşma değil bir tasarım ile bir başka tasarım , bir bilgi ile bir başka bilgi arasındaki uyuşma sözkonusu olduğu için bu kurama “ tutarlılık (coherence) kuramı “ adı verilir. Doğruyu, zihindeki tasarımın dış dünyada bulunan nesneye veya olguya uyması olarak değil de yine zihindeki bir başka tasarıma, bu tasarımdan önce gelen ve daha asli olan bir tasarıma uyması , onunla uyuşması olarak tanımlanmaktadır.
Pragmatist denilen filozoflar doğruyu bir başka şekilde tanımlamaya çalışmışlardır. Doğru, pragmatik olarak işe yarayan, pragmatik olarak doğrulanabilendir. Burada “pragmatik” kelimesinin anlamı farklı pragmatik filozoflar tarafından farklı şekillerde ele almışlardır. Pragmatist filozof W.James’e göre doğru, bizim için yararlı faydalı olandır. Diğer pragmatist filozof J.Dewey ise problemlerimizin çözümünde bir araç rolünü oynayabilen şey olarak tanımlamaktadır. Felsefe açısından önem taşıyan ve sık sık birbirine karıştırılan iki kavram üzerinde duralım.
3.3.1. Doğruluk -Gerçeklik
Doğruluk zihinle, zihinde bulunan veya zihnin ürettiği bir şeyle, teknik bir deyişle “önerme” ile ilgilidir. Bu önerme doğru veya yanlış olabilir. Buna mukabil gerçeklik veya gerçek - olmama, önermenin konusu olan şeyle özneye göre “ dıştan “ olan şeyle ilgilidir. Örneğin “ yağmurun yağması” bir gerçektir. Ama dışarıda yağmur yağdığını ifade etmemiz “doğru “ dur. ( Eğer dışarıda yağmur yağmıyorsa “ yanlış” tır.)
3.3.2. Doğruluk - Anlamlılık
Anlamla ilgili olarak herkes tarafından kabul edilen bir ölçüt vardır. Bir dilin sözdizim kurallarına uygun olmayan bir biçimde düzenlenen bir önermenin anlamlı olmasının asla mümkün olmadığıdır. Çünkü insanlar arasında anlaşma, yani birbirlerini anlama aracı dillerdir. Her dil de ancak gramer, sözdizim kurallarına uygun olarak cümleler veya beyanlar oluşturulduğunda anlam ortaya çıkar. Örneğin “ ben dün senden bir elma vereceğim” cümlesi anlamsızdır. Buna karşı şöyle bir cümle anlamlı olup , ne doğru ne de yanlıştır. “ Dünyayı zaman zaman uzaydan gelen varlıklar ziyaret etmektedir. “ Bu cümlenin anlamı açık ve bellidir; ama ne doğru olduğu ne de yanlış olduğu söylenebilir.
3.4. Bilginin Alanı, Kapsamı, Sınırları
Bilgi teorisinin bir diğer problemi de bilginin kapsamı ve sınırları sorunudur. Bu sorun daha önce ifade edilen sorunların devamıdır. Bilginin kaynağını akıl ve duyu organları olduğunu ifade eden filozoflar için bilginin alanı, ancak duyular veya algılarımızla kavrayabileceğimiz alanla sınırlıdır. Buna karşılık bazı filozoflar duyusal olmayan duyularla kavranılmayan bir alanın varlığını ve bilgisini kabul etmektedir. Klasik anlamda filozoflar, insan bilgisine sınırlar konulmasına karşı çıkarlar. Nitekim bu anlamda bir Platon, bir Aristoteles, bir Farabi, bir Hegel‘e göre insan bilgisinin sınırları yoktur. Doğal veya fiziksel dünyayı ve olayları aşan konularda da bilgi elde etmek mümkündür. Kısaca tek cümleyle söylemek istersek metafizik mümkündür.
IV. BİLİM FELSEFESİ
4.1. Bilim Ve Bilim Felsefesi Nedir?
Bilim, bilimsel sonuç veya ürün olarak , “herhangi bir şekilde düzenlenmiş (organize edilmiş) doğru bilgiler bütünü” şeklinde tanımlanabilir. Bilim bir araştırma biçimi veya yöntem olarak ise bir takım özel zihinsel ve uygulamaya yönelik işlemlerin bütünüdür. Bilimi bilim yapan şeyin, bilimsel sonuçlara ulaşmaktan çok, dünyaya bilimsel olarak yaklaşmaktan onu bilimsel metodlarla araştırmaktan geçtiğini gösterir.
Bilim felsefesi, bilimi anlamaya çalışmak olarak ifade edilir. Bilim felsefesinin asıl amacı; bilimin mantıksal çözümlemeye elverişli yapısını ve işleyişini açıklamak olabilir. Bilim felsefesi şu sorulara cevap aramaya çalışır. Bilimsel düşünce nasıl bir düşüncedir? Bilimsel yaklaşım, bilimsel yöntem ve bilimsel sonuç nedir? Bilimsel düşüncenin veya yöntemin yapısı işlevi nasıldır? Bilimsel sonuçların özelliği ve bilimsel yasa nedir? Bilimi diğer insani etkinlik alanlarından ayıran özellikleri nelerdir? Bilimin değeri nedir? Bilim adamları bu tür sorular üzerinde düşünmeye ve onları cevaplandırmaya başladığı andan itibaren artık bilim adamı gibi iş görmeye başlar çünkü bu soruları cevaplandırırken kullandığı yöntem dar anlamda bilimsel yöntem değildir; bu yöntem felsefecinin kullandığı düşünce yöntemidir.
Bilim felsefesi ile bilimsel felsefe farklı anlama gelmektedir. Bilim felsefesi felsefenin düşünme ve çözümleme yönteminden istifade ile bilimin kavramsal yapı ve işleyişini anlamaya çalışırken; bilimsel felsefe, felsefeyi ölçülü bir disiplin haline getirmeye çalışmaktadır.
Bilim ve felsefe arasındaki ilişki ele alındığında ortak nokta olarak kainat, dünya ve insan yaşantısının kavranması alınacaktır. Ancak yöntem yönünden bilim ve felsefenin farklı oldukları vurgulanmalıdır. Bilim olgulardan hareketle elde ettiği sonuçları temellendirmeye çalışırken, felsefe ise insan yaşantısından hareket ederek ulaştığı sonuçları temellendirme gayreti içindedir. Felsefe yanlızca bilim felsefesi değildir. Felsefe ya konusu bilimsel önermeler olan bir bilim felsefesi olabilir veya o hiçbir şey olmaz.
4.2. Bilimin Özellikleri
Bilimsel bilginin veya bilimin en önemli bir özelliği, onun ilerleyici (progressive) olmasıdır. Yani bilimin örneğin tıp’ın elli yıl önce olduğundan daha ileri olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bilimin kümülatif özelliğe sahip olması yani tarih boyunca birikmiş ve artmış olmasıdır. Diğer bir özelliği de bilimsel bilgiler herkese açık ve toplumsaldır.
Bilimsel bilgi nesnelliğe sahiptir. Şüphesiz bilimsel bilgiyi üreten insandır. Ama bu bilginin özelliği ,onun insandan bağımsız veya bütün insanlar için ortak, nesnel bir alana ait olmasıdır.
Bilim dinamik bir yapıya sahiptir. Yani sürekli değişme gelişme ilerleme halindedir. Hiçbir zaman statik değildir; bilimsel bilgilerin zaman içinde değişebilme özelliği vardır. Bilimsel kuramları sınama, ifadelerini düzeltme ve onları birbirleriyle ilişki içine sokma faaliyetinin sonu yoktur.
Bilimsel bilgiler birbirleriyle tutarlıdır ve mantıksal bir ilişki içindedir. Bir başka özelliği de bilimsel bilgiye veya bilime dayanarak öndeyilerde ( prediction) bulunmak mümkündür. Doğa bilimlerinde öndeyide bulunma şansı veya yüzdesi çok yüksektir. Buna mukabil sosyal bilimlerde öndeyide bulunmak zordur.
4.3. Bilim Türleri
Bilimi, formel bilim ve deneysel bilim olarak iki kısma ayrılır. Düşüncenin formu ile ilgilenen bir araştırma türünün hakim olduğu mantık ve matematik gibi disiplinlere formel bilim, fizik, kimya ve psikoloji gibi disiplinlere ise deneysel bilim adı verilmektedir. Formel bilimci, yani bir matematikçi önermelerin olgularla uyuşup uyuşmadığı ile ilgilenmez o sadece önermelerin birbirleriyle olan bağlantısı yani mantıksal bağlantı üzerinde durur. Örneğin A, B’dir ve B ,C’dir diye iki önerme verilmiş olduğunu varsayalım. Buradan da yine zorunlu olarak A’nın C olduğu ortaya çıkar.
Deneysel bilimler özellikle doğa bilimleri de tümdengelimlerde bulunurlar. Doğa bilimlerinde formel bilimlerdekinden farklı bir başka akıl yürütme tarzı daha kullanır. Doğa bilimleri önce kendisine ulaşacağı bir takım genel önermeler ister. Deneysel bilimlerin yönteminin başlıca adımları, hipotez, gözlem yapılması, varsayımın oluşturulması, bu hipotezin sınanması , böylece bir yasaya veya yasa şeklinde bir sonuca ulaşılması olarak sıralanabilir.
4.4. Bilim Anlayışları
Sosyal bilimler felsefesi içindeki en önemli tartışmalardan biri doğa bilimleri ile sosyal bilimlerin metodolojik birliği ile ilgilidir. Ama bu tartışma pozitivist bilim anlayışı çerçevesinde yapılmıştır. Oysa bilimde başka anlayışlarda vardır. Şimdi doğa bilimlerine ilişkin üç farklı yaklaşım olan pozitivizm, realizm ve konvensiyonolizm üzerinde kısaca duralım.
4.4.1. Pozitivist Bilim Felsefesi
Pozitivist için bilim dışsal dünyaya ilişkin kestirmeci (predictive) ve açıklayıcı bilgi elde etme girişimidir. Bunu yapmak için , dışsal dünyada bulunan düzenli ilişkileri ifade eden oldukça genel önermelerden oluşan teoriler inşa edilmelidir. Bu genel önermeler ve yasalar, sistemdeki gözlem ve deney yoluyla keşfettiğimiz olayları hem kestirmemize hem de açıklamamıza imkan verirler. Oluşturulan önermelerin doğruluğu gözlem ve deney araçlarıyla objektif olarak test edilmelidir. Gözlem ve deney emin ve kesin ampirik bilginin tek kaynağıdır. Pozitivist anlayışa göre doğada zorunlu bağlantılar yoktur; var olan sadece bilimsel teorilerin evrensel yasalarında sistematik olarak gösterilebilecek olan olayların birbirini izleyişi, düzenlilikleridir. Bunun ötesine gidecek olan her girişim bilimi, en iyi haliyle bilimsellik dışı, en kötü haliyle anlamsızlık olan metafizik ve dinin gerçekleşmesi olanaksız iddiaların tuzağına düşürür.
Pozitivist bilim felsefesi 18 yy. başlarında Hume ve Berkeley’in çalışmalarıyla gelişme göstermiş doğadaki nedensel zorunluluk reddedilmekte, nedensellik ve açıklamanın yerine düzenlilik savunulmakta ve gözlenemeyen şeylere ait tüm kavramlar reddedilmektedir.
4.4.2. Realist Bilim Felsefesi
Realistler pozitif bilim anlayışında olduğu gibi bilimin empirik - temelli, rasyonel ve objektif bir girişim olduğunu kabul ederler. Realistlerin paylaştığı diğer bir anlayış da bilimin amacının doğaya ilişkin doğru bir açıklama ve kestirimci bilgi sağlama olduğudur. Ama pozitivistin tersine, realist için açıklama ve kestirim arasında önemli bir fark vardır. Realist için bilimin birincil görevi, olaylara açıklama getirmesidir. Olayların altında yatan yapıların ve mekanizmaların bilgisini elde ederek olaylar arasındaki zorunlu bağlantıları keşfetmektir.
Realist bilim anlayışının en iyi açıklaması; niçin sorusuna verilen cevapların (ya da nedensel açıklama taleplerinin) nasıl ve ne sorularında cevap verilmesini gerektirdiği iddiası ile özetlenebilir. Diyelim ki iki olay var biri “ kibrit çakmak” diğeri de “kibrit yakmak” Bura da kibriti çakmanın sonucu kibritin yanmasına neden olmaktadır. Her zaman ilk olay olursa her zaman arkasından ikinci olayın olacağını pek rahatlıkla iddia edemeyiz. Çünkü bu düzenlilik (kibritin çakılması ve kibritin yanması düzenliliği ) diğer bir takım şartların varlığını gerektirir. Kibritin başı ile kibrit kutusunun yüzeyinin kimyasal yapısı, kibriti çakan gücün derecesi, atmosferdeki oksijen miktarı vs. şartlar kibritin yanmasının nedenlerinden sadece biridir.
Realist bilim anlayışına göre bilim teorileri, gözlenebilen olayların ve bunlar arasında var olan ilişkilerin nedensel açıklamasını yapmayı mümkün kılmaktır. Realist yaklaşım sistematik olarak Aristoteles tarafından ileri sürülmüş çeşitli ortaçağ filozofları tarafından da geliştirilmiştir.
4.4.3. Konvensiyonalist Bilim Felsefesi
Konvensiyonalist olarak adlandırılan bilim felsefecileri ise realist ve pozitivistlerin paylaştıkları noktaları reddeder. Ancak bunların reddediş sebepleri farklıdır. Gözlemin tek başına teorinin doğru veya yanlışlığını belirleyemeyeceğini, teori ile gözlem arasında işe yarar bir farklılaştırma yapılamayacağını ileri sürerler. Ayrıca farklı teorik çerçeveler arasından rasyonel bir seçim yapmak için kullanılabilecek evrensel ölçülerin bulunmadığını böyle bir seçimde ahlaki, estetik veya araçsal değerlerin belirleyici bir rol oynayacağını ileri sürerler. Hatta teorik inanç ve kavramlardan bağımsız bir dışsal gerçekliğin olduğu fikrini de reddederler.
Konvensiyonalist bilim felsefecilerinin ileri sürdüğü düşünceler özellikle astronomide görülmektedir. Astronomik bir teorinin konusunun “görüntüler” olduğu ileri sürülmüştür. Bu teorinin gök cisimlerinin gözlenen hareketlerine ilişkin yararlı ve doğru kestirimler yapmamızı sağlayacak bir hesaplama aleti olması gerektiğine inanmışlardır.
V. BİLİM VE DİN
Bilim ile din arasındaki ilişkinin genellikle çatışma biçiminde olduğu algılanır. Bilim genel anlamda kainatta varolan düzenin kanunların ilişkilerin insan muhakemesi süzgecinden geçirilerek ortaya konulmasıdır. Ortaya çıkarılmasına dahi kainatta bir bilimsel düzenlilik vardır ve işlemeye devam etmektedir.
Günümüzde seslendirilen yaygın diğer bir kanı ise bilimin sekülerleşmesine yöneliktir. Bilimde dünyevileşme olarak adlandırdığımız bu inanış, bilgi kaynakları içinde yer alan her türlü kutsal değerleri gözardı edip sadece gözlem ve duyulara dayalı bir bilgi anlayışı geliştirmeye çalışmaktadır.
5.1. Bilim Din İlişkisinin Tarihsel Görüntüsü
Eski medeniyetlerde çoğunlukla bilim adamıyla din adamının aynı kişi olduğu görülmektedir. İnsanoğlunda doğduğu andan itibaren etrafını tanıma ve anlama eğilimi mevcuttur. Ancak insanın hem kendini hem de kendi dışındaki alemi tanıması içinde bulunduğu topluluk çerçevesinde farklı boyutlar aldığı görülür. İnsan kendini ve evreni tanıma noktasında konumunu tanımlamaya çalışmakta, evren nedir insan nedir nasıl var olmuştur vb. sorulara cevap aramaktadır.
İnsanın bu sorulara cevap bulma ve bu şekilde evreni anlama ve tanıma çabasını bilim olarak tanımladığımızda bu işlevleri yerine getirenlerin çoğunlukla din adamı olduğu görülmektedir. Eski Mısır, Babil, Hint vb. medeniyetlerde bunu görmek mümkündür. Bu din ve aynı zamanda bilim adamları evreni inandıkları bir tanrının eseri olarak gö8rüyorlardı. Onları harekete geçiren ve motive eden temel neden bu evrenin bir nedeni ve yaratıcısı olması gerektiğine dair bir nedendi. Evrenin sahip olduğu düzen ve intizam ile evrenin yaratıcısına ulatmak mümkün görünüyordu.
Ünlü bilgin Newton ise ortaya attığı tezde bilimin ortaya çıkmasının arkasındaki asıl nedeni tek bir tanrıya inançta görüyordu. Bu inanç bilim adamının evrensel çabasının motivasyonu ve meşruiyetini oluşturmaktadır. Evrenin yaratılması ve işleyişinde düzensizliğin olmadığı savından hareketle evrenin bilgisi ve bu bilgilerin formüle edilmesi mümkün görülmektedir. Çok tanrılı dine inanan kavimler ise evrende bir düzen ve bu düzenin bir sahibi olduğuna inanmamaları sonucu bilime ilgisiz kaldıkları iddia edilmektedir. Tek tanrılı dine inananların geliştirdikleri en büyük iki bilim dalı olarak astronomi ve kimya gösterilmektedir. Eski topluluklarda din ve bilim adamının tek kişide özdeşleşmesi sonucu da eski Yunanlıların Mısır’a astronomi ve felsefe öğrenmeye gittiklerinde doğruca tapınaklara gittikleri gözlenmektedir.
Modern zamanda bilim din çatışması anlamsız olarak nitelenmektedir. Yeni bilim felsefesi pozitivist bilim felsefesinden tamamen ayrılmaktadır. Bu anlayışın özellikle 1960 yılından itibaren gelişmeye başlayan biliminin buluş işleyiş ve gelişmesi klasik pozitivist bilim anlayışını da etkilemiştir.
Bu yeni anlayışa göre bilim belli bir dünya görüşü belli bir teori veya Kuhn un ifadesiyle paradigma içerisinde oluşur ve gelişir. Daha doğrusu bilimi geliştiren böyle bir paradigmadır. Bilgi sosyolojisinin ortaya koyduğu gibi bilim ve bilimsel çalışmalar belli bir sosyal ilişkiler paradigma çerçevesinde oluşur.
5.1.1. İslamiyette Din- Bilim İlişkisi
Müslüman bilim adamları bilimsel çalışmalarının dinin dışında veya dini olmayan bir çalışma olarak görmemişlerdir. Diğer bir ifade ile din başka bilim başka gibi bir ikici düalist bir felsefeye sahip olmamışlardır. Bilimi ve bilimsel faaliyetleri Allah’ın yarattığı alemi anlamanın ve tanımanın bir parçası olarak görmüşlerdir. Hatta bu bilimsel faaliyetler ibadet mantığı içerisinde değerlendirilmiştir.
İslam’ın öğretilerini taşıyan Kuran bir felsefe ve veya bilim kitabı değildir. Ancak böyle anlayışları geliştirmek için gereken temel ilkeleri ortaya koymaktadır. Müslümanlıkta esas olan Kur’anı bir bütün halinde temel almak ve oradan hareketle diğer bilimlerin ışığında bir anlayış geliştirmektedir.
Kur’an açısından en genel anlamda insan bilgisine konu olan sorunlar iki tanedir. Bunlar;
- Deney ve gözlem konusu olabilecek konular ki, bunların incelenmesi ve araştırılması ile ortaya konulabilecek bilgi “tecrübi bilgi”dir.
- Deney ve gözlemi aşan konulardaki bilginin elde edilmesi ise gaybın bilinmesinin kapsar ve “hikmet bilgisi çerçevesinde oluşur. İslam’ın felsefe anlayışı hikmet bilgisini elde etmeyi hedefleyen bir disiplin olarak ortaya çıkar. Hikmet bilgisi ise kalp ile aklı dengeli ve uyumlu bir şekilde birleştiren bir disiplindir.
5.1.2. Hristiyanlıkta Din bilim İlişkisi
Avrupalıların Orta Çağda müslümanlardan bilim öğrenmeye geldiklerinde bunların büyük çoğunluğunun din adamı olduğu görülür. Ancak daha sonra Hristiyanlığın kendi içende geçirdiği gelişim sonucu kilise bilim kontrolü altına almıştır. Hristiyanlık ile gelişen bilim arasında ortaya çıkan tezatlar kilisenin kendi dogmalarına bağlı kalmaya zorlamış buna muhalefeti şiddetle cezalandırmıştır. Bu bağlamda kurulan engizisyon mahkemeleri bilim özgürlük ve hür düşüncenin en büyük yok edicisi olarak tarihe geçmiştir. Daha sonraki bilim adamları bilimsel çabalarını ve bilim kiliseden uzak tuttuklarını kişisel olarak tanrıya inanmaya devam ettiklerini belirtmekte fayda vardır. Böyle bir inanç olmadan bilim adamlarının o sonsuz ve yorucu çalışmalarını açıklamak gerçekten güç olurdu.
Avrupalı düşünürler bilimin temelinde yer alan akılcılık ve nedensellik ilkesinin din ile çatıştığı görüşünden harekete ederek bilimde din kavramını 19. yy. dan itibaren aradan çıkarttıkları görülür. Aynı şekilde 19. yy.da İslam toplumundaki düşünürler din ile bilimin çatıştığından hareket ederek geri kalmışlıktan ancak, eğitim ve bilim ile aşılabileceğine inandılar. Avrupa’da dinin gelişmeye engel olduğunu iddia eden bilim çevreleri tanrı kavramından uzaklaşarak insan merkezli bir din (deizm) kurma yoluna gittiler.
5.2. Bilim ve pozitivizm
Bilimin kavrayış ve ifade kapsamının önemli felsefi akımlarından biri olan pozitivizm ile iyice sınırlandığını görüyoruz. Pozitivizmin kurucularından A. Comte’nin pozitivizminde, doğrudan deneyle sağlanamayan bilgi metafizik veya teolojiktir. Duyularla algılanamayan hiçbin şey bilgi ve tecrübe konusu olamaz. Varlık aleminde psikolojiye yer yoktur. ve psikoloji biyoloji ile açıklanır demek suretiyle bilimin sınırlarını çizmiştir.
Bilim mekanın belli bir kesiti üzerinde ve teknik imkanların desteğiyle zamanın belli bir kesitinde tespitlerde bulunabilir. Yine bilim bulgulara dayanarak varlığa ilişkin bir başlangıç-bitiş teorisi üretebilir. ancak, başlangıcın öncesi ve sonrasına ilişkin bilimin ortaya koyabileceği hiçbir ey yoktur. Bilimin kaynağı din olduğu yerde bilim ile çelişmeyen din pozitivizm ile çatıştırılmış ve kainata ilişkin kavrayışların çok fazla sınırlanmasına neden olmuştur. Bilimin tespitlerine itiraz etek bir yana ışık ve çerçeve kazandıran hatta bilimin yer yer bizzat kaynağı olan din bilimin ulaşamadığı alanlarda mutlak gerçekliğin zaman ve mekan içi ve dışı boyutlarını tanımlamıştır.
5.3. Yeni Bilim Felsefesi Anlayışı
Pozitivist felsefe anlayışı günümüze yansımasının yanısıra bunun eleştirisini de getirmiştir. Bu felsefe anlayışının başta bilim din olmak üzere tüm temel tezleri ciddi biçimde eleştirildi. Din ile bilim arasında daha çoğulcu ve daha hoşgörülü ve birbirinin sınırlılıklarının bilerek birbirini yok etmeye çalışmadan beraber yatama gündeme geldi.
17. yy. dan beri etkisini hissettiren anlayışa göre bilim, toplum üstü, kültürler üstü, insanlar üstü bir kavramdır. Bu anlayış ile hareket eden bilim doğayı insanı bireyi ve toplumu inceleyip kesin yasalar ortaya koyan bir çabadır. Bilim adamaları insan üstü varlıklarıdır, ileri sürdükleri hep doğrudur, anlayışı egemen olmuştur.
Günümüzde bu anlayışın yerini daha mütevazi sınırlarını bilen bir anlayışa terketmiş gibi görünüyor. Özellikle İslam dünyasında tevhide dayalı bir bilim anlayışı geliştirilmeye çalışılıyor. Bilimin temel ölçütü olan akıl ve doğrulanabilirlik temel alınmakla birlikte manevi ve metafizik değerlerin reddedilmediği bir yaklaşımla anlamaya çalışmaktadır.
Bir bilim adamını objektif bir bütün olarak anlamanın yolu görüşlerini bir bütün olarak ve yetiştiği ortamdan kopartmadan anlamaya çalışmaktır. Bir filozofun yetiştiği ortama zemin hazırlayan arkaplan ve kültürel değerlerde gözönüne alınmalıdır.
5.4. Postmodern Anlamda Bilim-Din İlişkisi
Modern zamanlarda hakim bilim anlayışı pozitivist felsefenin tekeli altındaydı. Pozitivizmin dışında kalan herşey bilim dışı saçma ve değersiz bulunuyordu. Bilimsel bilginin dışında kalan (bunun içine din de dahil edilmiştir.) tüm yöntemler ve gerçeklikle ilgili açıklamalar bilim dışı kabul edilmişti. Evrenin anlaşılıp yorumlanması ise deney ve gözlemi içeren bilimsel yöntem ile mümkündü.
Ancak postmodern anlamda din bilim ilişkisi daha farklı yorumlanmaya başlanmıştır. Pozitivist bilgi anlayışı değişmiş bilgi ve toplumsal hayat hakkında bir görüş elde edilecekse teknik yeterlilikten daha fazlasının gerekli olduğunu ileri sürmüşlerdir. Postmodernistler bilginin keşfi ile ilgili eski görüşün temelinin kazanırlar. Buna göre bilgi de hakikat önemlidir. Postmodern görüşte sorgulanan elettirilen ve yeniden yorumlanan bilimin kendisinden ziyade pozitivist yorumu olmuştur.
Postmodern dönem olarak adlandırılan içinde bulunduğumuz zamanda son üç asırdır hakim olan bütün değerler ve kurumlar bilim felsefe sanat din mitoloji vb. yeniden sorgulanmakta ve adeta yeniden adlandırılmakta daha doğrusu yeniden keşfedilmeye çalışılmaktadır. Şimdiye kadar kendine savunma hakkı bile verilmeyen disiplinlere hoşgörü ile bakılmaktadır. Bu anlamda din bilim ilişkisi post modern bağlamda yeniden yorumlanmaktadır. Modern insan dini değerleri yeniden keşfetmiş ve dini değerler yeniden yükselmeye başlamıştır. Dini değerlerin insanları motive eden ve harekete geçiren merkezi bir güç olduğu kanısı kuvvetlenmiştir.
Evreni ve gerçekleri anlamada bilim nasıl bir yol ise din de bu gerçekleri aramanın bir yolu hatta daha kapsamlısı olarak görülmektedir. Bilim ile din arasındaki bir çatışma olmadığı gibi kullandıkları yollar ve yöntemler açısından bir işbirliğinin olduğu dahi söylenebilir.
Pozitivist felsefe ve bilim anlayışı ile modern zamanda bilim-din ayrımı söz konusu olmuştu. Ancak zamanla bu anlayış değişmiştir. Pozitivistlerin bilimsel bilginin kendini hakikate adamanın tek geçerli yolu olduğuna dair tezleri büyük eleştiriye uğramış, bunun yerine tekçi olmayan yeni bilim anlayışları geliştirilmeye başlanmıştır.
5.5. Batı’da Bilim-Felsefe ve Din Arasındaki İlişkiler
Batı dünyasında bilim, felsefe ve din arasındaki ilişkiler bütününe göz atarsak bu üç alanında ortak bir temelden yoksun olduklarını görürüz. Özellikle burjuva değerler sisteminin Batı’da hakim olmasından sonra bilimle dinin yüzyüze gelebilecekleri tek alan olan metafiziki öğreti ve marifet tümden unutulmuştur. Felsefe ya bilime teslim olmuş, ya da ona büsbütün karşı çıkmıştır.
Bilim-felsefe-din ilişkisinde Batı’da ciddi bir tabiat felsefesinin gelişmemesi Hristiyanlık’ın fiziki dünyaya biraz soğuk bakması ve ruhun kurtuluşunu ön plana almasından kaynaklanmıştır denilebilir.
Batıda pozitif bilimin objektif bulgularının kilisenin dogmatik anlayışı nedeniyle metafizik ve dini yorumlarının tutarlı ve mantıklı bir şekilde yapılmaması, bilimin bulguları karşısında sürekli bir inkar ve savunma pozisyonunda kalınması modern tabiat bilimleriyle teolojik ve manevi düşünce arasında ardı arkası gelmeyen çatışmalar ve anlaşmazlıklara yol açmıştır.
Sonuç olarak, bilim sözcüğünden kişinin ne anladığı değil bilim adamlarının bili yapmadaki amacı, bilimin sonuçlarını anlama ve kullanma tarzı ve hatta dünya görüşü içinde bilime biçilen tüm değerler sistemi olarak anlaşılmalıdır. Yapılan araştırmalar ve edinilen bilgiler açısından, bilimin kimliği tel olmasına rağmen bilim anlayışı kişiden kişiye çok farklı olabilmektedir. Bununla birlikte, karşılıklı etkileşen fertler çeşitli toplum düzeylerinde toplumların bilim anlayışlarını oluşturabilirler. Bilim anlayışı fertten ferde, toplumdan topluma değişebileceği gibi zaman içerisinde de değişebilir.
Geçmişinde parlak buluşlar içeren İslam bilim anlayışı, 16. yy. İtibaren zayıflamaya yüz tutmuştur. Zayıflamanın asıl sebebi, bilimsel zihniyetin ilk devirlerde olduğu canlı ve dinamik bir şekilde, geliştirilen yeni bilimler çerçevesinde yorumlanamamış olmasıdır. Bu yüzyıldan itibaren, İslami birlim Batı’ya geçmiş ve Batı bilimlerinin hızla gelişmesini sağlamıştır. Batı dünyasının İslam’ın bilimsel anlayışını almadığı göze çarpar. Onlara göre dini ve ahlaki değerler bilimsellikteki objektif ve önyargısız olmaya karşıdır. Bu nedenle, bilimsellik adına dini ve ahlaki değerlerden uzaklaşılması sözkonusudur.
Bu anlayışın doğal uzantısı ise, bilimde “sekülerizasyon” olmuştur. Dünyevileşme olarak adlandırılan bu süreçte, insanın düşünce sistemi önce dini sonra da metafizik yorumdan arındırılmıştır. Bu anlayış sonucu, Batı biliminin ulaştığı çerçevede insana ve maneviyata yer yoktur. Çevre tahrip edildikten sonra çevreyi kurtarma operasyonuna girişen bir bilim anlayışı vardır. Manevi açıdan, dini değerlerin gözardı edilmesi sonucu insanı bunalıma sürükleyen onu korkunç bir tüketim toplumu haline getiren ve ülkelerin maddi çıkarları uğruna dünyayı hegemonya altına almak isteyen Batı bilim anlayışı gelmiştir.
Batı medeniyetinin içinde bulunduğu bunalımdan kurtulması, ya kendi düşünce sistemi içerisinde bir çıkış yolu bulması ile veya insanı çevreye ve en önemlisi bilime vahiy ışığı altında yeniden yorumlaması ile mümkündür. Dini vahiy süreci, müslüman bilim adamlarınca (ehli vukuf = din alimi) hikmet ekseni çerçevesinde açıklanmıştır.
Ehli vukuf olarak adlandırılan müslüman bilim adamları, meseleler hakkında ihtisas ve bilgi sahibi olan bilir kişilerdir. Bu bilim adamları insanın varoluş amacını Allah’a dönmek olarak görürler. Hayatın anlamı ve hakiki bilgiyi elde etmede hikmetin önemini işaret ederek kesin bilgiye ilham (Allah’ın insanın kalbine bilgi doldurması) ve mükaşefe (gaybın sezgi yoluyla elde edilmesi) yol ile ulaşılacağı inancındadırlar.
VI. BİLİMSEL ARAŞTIRMA METODOLOJİSİ
Yunanca "meta", doğru ve "odos", yol, kelimelerinin birleştirilmesi ile ortaya çıkan metod kelimesi, yöntem, bir incelemede ya da amaca ulaşmada izlenen yol anlamına gelmektedir. Metodoloji ise yöntembilim, yada bilimsel yöntem veya metod ilmi olarak anlaşılabilir. Metodoloji, bir amaca ulaşmak için gerekli olan mantıksal düşünme biçimini, zihinsel ve pratik faaliyetlerin örgütlenerek düzenlenmesini ve gereken tekniklerin tercihini ve organizasyonunu içerir.
Normal bilim sürecinde bilim adamları topluluğunca kabul edilen geniş düşünsel bir çerçeve bilim adamlarına ışık tutar, kılavuzluk eder. Amaç çerçeveyi genişletmek veya bunu bir alet olarak kullanarak problemleri çözmektir. Normal bilimden amaç, şaşırtıcı sonuçlar bulmak yerine, önemi haiz sorunları, bulmacalar gibi çözüme ulaştırmaktır. Bilimin bu amacı gerçekleştirebilmesi için, bilimsel araştırma yöntemleri ışığında bir takım modeller kullanılmalıdır.
Modelin kurulması için kullanılacak metodun planı, araştırma konusunun tesbiti, varsayımın ortaya konulması, teknik ve yöntemlerin seçilmesi, verilerin toplanması, yorumlama ve sonuçların sunulması olarak sıralanan aşamalardan oluşur.
Bu metodun önemli yapı taşlarından biri varsayımlardır. Varsayım, bilim adamının neyi araştıracağı konusunda ilk önermeyi teşkil eder. Varsayımın bakış yönü ilerisidir. Varsayım bir modelin çözüme ışık tutabilmesi için doğruluğu kabul edilen önermedir. Bir önermenin varsayım olabilmesi için, doğru olup olmadığının bilinmesi veya doğrudan denenebilir olması gerekir. Varsayımların diğer özellikleri ise, ilişkin olduğu öğelerin tümünü kapsaması, bilgilerimizle çelişmez olması, basit oluşu ve açıklayıcılık özelliği ile diğer önermelerin de doğruluğunu gösterebilirliğidir. Varsayım ile hipotez birbirinden farklı kavramlardır. Hipotezin doğru olup olmadığı irdelenecek bir önerme, varsayım ise doğru olduğu önceden kabul edilen önerme olarak tanımlanabilir.
Bilimsel metodun bir diğer aracı da kuramdır. Teori, incelenen konuya kapsamlı ve köklü açıklamalar getiren, bir takım olguları ve olgusal ilişkileri açıklayan kavramsal bir sistemdir. Her zaman varsayım iki olgu arasındaki ilişkileri arar. Eğer bu ilişkiler deney sonucu ispatlanarak genel yargılara varılmasına yol açarsa bunlara kuram veya kanun denebilir.
Sosyal teorilerde, iki unsur yer alır; önermeler diye anılan zanlar ve temel sanılar (background). Temel sanılar, sessiz olarak ortaya çıkarlar ama, teorilerde saklı olarak yer alırken, bilimsel oluşumu da etkilerler. Temel sanılar, yararlılıkları hesaplanılarak seçilemeyen, içimize ve zihnimize yerleşerek, şahsiyet yapımızı etkilemiş bulunan, içinde bulunduğumuz çevreye, yaş, cinsel veya ekonomik statü gibi ait olduğumuz gruplara ve yetişme şeklimize bağlı, düşünce yapımızda saklı olan olgulardır. Temel sanılar bilhassa sosyal bilimlerde, bilimsel bilginin şekillenmesinde önemli rol oynarlar. Temel sanıların bilimsel yöntemdeki yerini, bilhassa değer ve gerçeklik, gerçek ile ideal arasındaki farklarda daha iyi görürüz. Bilimdeki temel bir değişme, genellikle sadece yeni araştırma tekniklerinin geliştirilmesinden değil, uzun süre varolmuş verilere yeni bakış tarzından kaynaklanır. Bakış açılarının önemi ile duyguların işin içine girmesi, teorilerin kaçınılmaz bir şekilde fertlerin şahsi deneyleri ile kaynaşmış olduklarından tarafsızlıktan uzak olması beklenir. Her sosyal teori, hem sosyal hem de kişisel bir yapıya sahiptir. Sosyal bilimciler gerçek diye ifade edilen kavramları, aslında kültür yolu ile elde ettikleri düşünce alanı sanılarından oluştururlar.
Bilimsel bir araştırmanı bir başka öğesi ise yöntem ve tekniklerin seçilmesi ve kullanılmasıdır. Araştırma yöntemi, araştırmanın amacının gerçekleştirilebilmesi için kullanılan bir yaklaşım; araştırma tekniği ise, araştırma yönteminin gerçekleştirilebilmesi için kullanılan bilgi toplama aracıdır. Araştırma yöntemleri, laboratuvar deneyi, saha deneyi, doğal deney, saha araştırması, tarama ve arşiv araştırması olarak altı temel grupta toplanırken; teknikler, hazır bilgiden yararlanmak, sorular sormak, davranış gözlemlerinde bulunmak ve deney yapmak şeklinde sınıflandırılabilir. Teknik veya teknikler bilim adamının inceleme sırasında bilgi topladığı özel araçları, yöntem ise kavramsal ve mantıki yönelişler çerçevesindedir.
Yöntembilimi biraz daha irdelersek, bazı tartışma noktalarını açıklığa kavuşturabiliriz. Aslında bilim ispat edilmemiş veya ispat edilemeyen bir takım önermelere dayanır. Biz onları kanıtlayamayacağımızdan sadece inanabiliriz. Dünyanın var oluşu, dünyayı algılamada duyu organlarımız kullanabilmemiz ve olaylar arasında neden sonuç ilişkileri bulunması gibi bazı temel varsayımlar kabul edilmiştir. Bunların ispatları mümkün olmadığı gibi, onlar olmadan da bilimsel araştırmanın temel dayanak noktalarından yoksun kalırız.
Sosyal olaylar arasında ilişkileri genelde istatistiksel yöntemlerle açıklayabiliriz. Bu aslında nedensellik yasalarından daha az öneme sahip olmayan bir yöntemdir. Determinist bir yasa aslında %100 geçerli olan istatistiksel yasadır. Toplumbilim yasaları istatistiksel olmakla bir şey yitirmez, çünkü aslında fizik yasaları da istatistikseldir; sadece olasılık derecelerinde farklılıklar vardır. Sosyal bilimlerde, doğayı yanlış anlamanın bir ürünü olarak ortaya çıkan gerekircilik ilkesinin kabulü de mümkün değildir. İstatistik ve değer yargıları, bakış açıları her zaman bilimsel ilerlemeye dönük araştırmalar için çok önemlidir.
Her insanın dünya hakkındaki görüşü aynı değildir. Zira ferdin fiziksel ve sosyal çevresi, fizyolojik yapısı, istek ve amaçları, tecrübeleri aynı değildir. Herkes aynı olayı farklı yorumlar; tarafsız hiçbir yorum yoktur. Bu bağlamda, referans noktası çok önemlidir. İnsanlar algılarını ve yargılarını, belli referans noktalarına göre yaparlar. Karanlık bir ortamda, yani referans noktası olmadığı bir halde, bir noktasal ışığın hareket edip etmediği konusunda yanılırız. Kısacası referans noktası yoksa, bir olayı göreceli olarak karşılaştıramıyorsak, o zaman doğru bir yargıya varmamız imkansızlaşır. Bununla paralel olarak da, insanların değişik dayanak noktalarını almaları, yargılarında ve sonuçlarında da farklılıklara yol açar. Dayanak noktaları, danışma çerçeveleri bireylerin kendi kültürlerinden ortaya çıkan eğilimlerdir. Hem araştırıcılar hem de denekler, sosyal araştırmalarda kendi danışma çerçevelerinden etkilenirler. Bireyin bir olayı yorumlarken tarafsız olması mümkün değildir. İnsanlar baktıklarını görürler fakat inanmak istediklerine inanırlar, zira kişinin ne gördüğünü, bakış açısı belirlemektedir. Bakış açısını belirleyen etkenler ise şöyle sıralanabilir: İnsanların doğuştan getirdikleri özellik ve yetenekler; karşılaşılan olaylar seti ve danışma çerçevesi; alışkanlıklar. Her devre veya kültür, kendi özelliğini taşıyan bir dünya görüşü geliştirir. Bakış açılarının farklılığı ise bu farklı açılardan elde edilen bilgilerin, o görüş açısının, o perspektifin damgasını taşımasıdır.
Varsayımlarda, araştırmacının sezgileri veya hayal gücü işin içine girer. Bu yüzden, kontrol edilemeyen varsayımlar, yanıltıcı olabilirler. Araştırmacılar, bu nedenle, varsayımlarda "serendipity" ve sağ duyu aldatmacılarına karşı uyanık olmalıdır. Yanlış varsayımlara veya tesadüflere dayanan buluş tarzına serendipity denir. Bilim adamları üzerinde yapacakları araştırmalarda ileri sürdükleri varsayımları, sadece sağduyuya dayanarak sürdüremezler. Sağduyu yanıltıcı olabilir; nitekim yeri düz görmemize rağmen yuvarlaktır. Araştırmalarda, farklı sonuçlara götürebilecek bir başka yol ise, gözlemcinin deneye karışmasıdır.
Bir toplumun geliştirdiği bilimsel araştırma modelini, aynen başka bir kültüre uygulamak her zaman için yararlı sonuçlar sağlamaz. Bunun sebebi geliştirilen modellerin, içinden çıktıkları kültür ve değerler sistemine bağlı olmalarıdır. Bu yüzden model kurulurken, ya tüm kültürleri içine alabilecek bir model amaçlanmalı, ya da modelin kültürel farklılıklar taşıdığı kabul edilmelidir.
Bir kültürü içinde yaşayanlar tam olarak algılayamazlar. Yabancı gözlemciler kültürlerin anlaşılmasında önemli rol oynarlar. Kültürün kapsamı aslında çok değişkendir, coğrafi ya da yasal bütünlüğün ötesindedir. Aynı ülkede çok farklı kültürler bulunabileceği gibi, aynı kültüre sahip kişiler farklı devletlerin vatandaşları olabilirler.
Herhangi bir bilimsel araştırma, kültür sisteminin bir parçası olduğundan, tarafsız bilim olamaz. Araştırma faaliyetlerindeki kültürel değerlerin etkileri ve bireysel tercihler göz önünde bulundurulmalı, araştırmacı tercihlerini bildirmelidir.
Kültürler arası farklılıkla ilişkili olarak, sınıflandırmalar gruplandırmalar bazen sosyal araştırmalarda çok gerekli olurlar. Toplum gruplandırılarak daha iyi incelenebilir. Gruplandırma çalışmalarında dört aşama vardır; örneklem taraması, saha araştırması, saha deneyi ve laboratuvar deneyi. Saha deneyinde araştırmacı koşulları değiştirebilir, kontrol edebilirken, saha araştırmalarında koşullar kendiliğinden değişir. Neden sonuç sınamalarında saha deneyleri daha iyi sonuçlar verirler.
Bilimsel metodoloji sorunlarından biri de nesnellik ve öznellik arasındaki farktan kaynaklanmaktadır. Eğer bir yargı, bireysellikten arınmış evrensel olarak kabul görebilecek nitelikte ise nesnel; eğer, bilinçli veya bilinçsiz kişisel eğilimlerin, değer yargılarının etkisinde ise, özneldir. Birçok bilim adamına göre yargılarımızda öznellik kaçınılmazdır, çünkü insan kültürüne, çevresine, eğitimine veya sınıfına veya başka öznel özelliklerine bağlı olarak düşünür, hükümler verir, yargıda bulunur.
Sosyal bilimlerde, insanlar düşünce tarzlarına, dünya görüşlerine, statülerine, yaşam çevrelerine, ekonomik durumlarına, inançlarına veya buna benzer birçok kriterlere göre, sınıflandırılarak incelenir. Fakat şunu da bilmeliyiz ki sınıflar genellikle katı çizgilerle birbirinden ayrılmaz, beyaz ve siyahtan çok gri vardır; sınıflar birbirinin içine geçmişlerdir.
Sosyal bilimlerin inceleme alanlarında yapacağımız gözlemlerde karşılaşılabilecek bir başka sorun da idollar sorunudur. Zihinsel engelleyici, gerçek yerine konmuş putlar olarak tanımlayabileceğimiz idoller, gerçeğe ulaşmada engel olacaklardır. Bacon'a göre dört idol vardır; soy (insanoğlunu ortak paylaştığı idoller), çarşı (dil kalıplarından gelen idoller), sahne (teorilere ve otoriteye bağlanmaktan doğan önyargılar) ve mağara (çevreye, eğitime, topluma bağlı idoller) idolleri. Bacon'a göre insan, düşüncelerinde algıladığı nesnelerden çok, kendisini yansıtır. Bu idoller yüzünden gerçek olduğu gibi algılanamaz. İdollerden kurtulmak için Bacon, doğayı tanımayı, denetlemeyi ve doğru yolda sebatla ilerlemeyi öğütlemektedir. Aklın sosyal gerçeğin şeklini bozması kendi özel yapısı dolayısı ile olur, bunun sebebi de insanın sosyo-kültürel bir çerçeve içerisinde bulunmasıdır.
Pozitivist bakış açısı yerine getirilen emik veya etik yaklaşımlar değer yargılarının önemini vurgulamaktadırlar. Emik yaklaşım, kültürü zihni veya tasavvuri olarak algılıyor ve halkın ileri gelenlerinin incelenmesini öneriyor. Etik yaklaşım ise, tarafsız olduğu varsayılan araştırmacının kendi gözlemlerine dayanır.
Bilim bir yandan ürün olarak en güvenilir insan bilgisini oluştururken, bir yandan da sınayıcı özelliği ile, yargılarını gerektikçe değişikliğe uğratır. Bilim mutlak ile uğraşmaz, sürekli kendi kendini geliştirir. Gelecekte insanların dünyayı bizim gördüğümüzden farklı görecekleri muhakkaktır, çünkü yeni aletler ve teknikler dünyamızla beraber teorilerimizi de değiştirmektedirler. Bu bağlamda metodolojide farklılık yada gelişim, bilimsel üretime birebir yansımaktadır.
VII. İKTİSAT FELSEFESİ
7.1. İktisadi Liberalizm Felsefesi
İktisadi liberalizmin felsefesini anlamaksızın, bu felsefeye bağlı okulların kurdukları teorileri anlamak; veya, bu felsefi görüşleri kabul etmeksizin, teorilerden çıkarılan politikaları da kabul etmek olanak dışıdır. Diğer bir deyişle, teoriler ve bunlara dayanan politikaların geçerliliği, ancak, teorilerin gerisindeki belirli bir dünya görüşünün paylaşılmasına bağlıdır. Sanayi kapitalizminin doğuşuyla özdeş olan toplumsal-iktisadi düzeni haklı göstermek için kullanılan bu felsefe, teorileri ve bu teorilere dayanarak önerilen iktisat politikalarını anlamamıza yardımcı olacaktır.
Liberal iktisadi öğreti ya da laisser-faire doktrini, 18. yüzyılın sonunda Fransa'da ve İngiltere'de, ticari kapitalizmin iktisadi düşüncesi merkantilizme tepki olarak ve yeni doğan sınai kapitalizmin sözcülüğünü yaparak ortaya çıktı. Yeni yükselen kapitalist girişimci sınıf, toplumda kendi faaliyetini sınırlayacak bütün kayıtlara karşıydı. Merkantilizmin tekellerine, kamu denetimlerine, ayrıcalıklara, soyluların toprak mülkiyetinden doğan gücüne karşı çıkan bu sınıf, kendi çıkarı için özgürlük, bireysel girişim özgürlüğü ve bireysel denetim istiyordu. Bu süreçte kendisiyle olacak, kendi dünya görüşünü haklı gösterecek yeni bir felsefenin oluşmasına yol açtı. Bu sınıfın yeni dünya görüşü "iktisadi liberalizm", politikası da laisser-faire oldu. İktisadi liberalizmin doğuşunu araştırırken, bir taraftan merkantilizme tepkinin doğuşunu yaratan altyapı şartlarının, bir taraftan da, bunun oluşturduğu ya da kendisi için yararlandığı, felsefi görüşlerin anlaşılmasını gerektirir.
İktisatta, bir olayın, bir kanunun açıklanmasını gözleyicisinden ayırdetmek olanaklı değildir. Fakat, fizikte "gözlenebildiği kadarıyla ve biçimiyle dünya" kişi ile ilgili birtakım somut, fiziksel olgularla belirlenir. Oysa, iktisatta ve genel olarak sosyal bilimlerde, bir iktisadi ya da toplumsal olayın açıklanmasında temel etken , meseleye bakış açısıdır. Bunu da kişinin, bilinçli ya da bilinçsiz olarak benimsediği, felsefi görüş ya da siyasi inanç sistemi belirlemektedir.
7.2.1. İktisadi Liberalizm Felsefesinin Kaynağı: (Tabii Kanun Felsefesinden İktisadi Liberalizme)
İktisadi liberalizmin yöntemi, toplumun işleyiş biçimi konusundaki görüşü, bireysel davranışlarla ilgili varsayımları, laisser-faire deyiminde özetlenebilecek iktisat politikası, kaynağını, Tabii Kanun Felsefesinden alır. Fiyokratlar ve A. Smith bu felsefeden yararlanmış olsalar da, daha sonra İngiltere'de gelişen Faydacı Felsefe de, büyük ölçüde, Tabii Kanun Felsefesinin ürünüdür. Bu bakımdan, liberal iktisatçıların görüşlerini oluşturan düşünürler, genel çizgileri ile Tabii Kanun Felsefesine dayanır.
7.2.2. Liberal İktisadi Görüşün Yöntemi
-Tabii Mantık ve Liberal İktisadın Akılcı, Tümdengelimci, Soyutlayıcı Yöntemi
17. 18. yüzyılda, Fransa'da ve İngiltere'de, fiziksel ve toplumsal bilimlerle ilgili bilgilerin artması, bu bilgilerin yayılması, insan aklına güveni artırdı. İnsanın, akılcı(rasyonel ) bir yaratık olduğu kanısını uyandırdı. Akıl ya da tabii mantık, bütün fiziksel ve toplumsal bilimlerde, tam ve yanılmaz bilgi edinilmesini sağlayabilir, bunların kanunlarını bulabilirdi. Bilgi, bireylere iletilince, davranışları salt akılla yönetilecek, toplumsal kurumlara, akılcı biçimler verilebilecekti. Kartezyen akılcılığın toplumsal bilimlere girmesiyle ön plana çıkan salt akılcılık, aynı zamanda, J. Locke'un "deneycilik"inden etkilenerek, bir çeşit akılcı-gözlemciliğe dönüştü.
Salt akılcılık, insan aklının, deneyden ve denemeden önce gelen bütün gerçeklerin kaynağı olduğunu, akılla, fiziksel evrenin ya da toplumun kanunlarının bulunabileceğini önermekteydi. Locke'un "deneycilik"i ise, fiziksel bilimlerde gerçeklerin gözlenmesi, kurulan teorilerin bunlara dayanarak sınanması ve ancak teoriler, gerçeklerle destekleniyorsa kabul edilmesine dayanıyordu. İktisadi liberalizmin yöntemi, hem salt akılcılık, hem de Locke'un "deneycilik"inden etkilendi. Bununla beraber, akılcı gözlemciliği, salt akılcılıktan farklı olmadı. Çünkü, günlük kişisel gözlemlere, sağduyuya veya kişisel yargılarla varılan ilkelere dayanarak birtakım varsayımlar yapılıyor, tümdengelimci bir yöntemle, sonuçlara varılmaktaydı. Kurulan teorileri, gerçeklerle karşılaştırarak sınamak ve doğrulamak ya da yanlışlamak söz konusu değildi. Böylece liberal iktisatçılar, teorilerini kurarken, kendi kişisel duyuları, mantıkları ile yaptıkları gözlemleri genelleştirip, insan davranışlarıyla ilgili birtakım varsayımlar yaptılar. Tümdengelimci bir yöntemle birtakım sonuçlara ulaştılar. Kurdukları teorilerin gerçekleri ne ölçüde açıkladığını sınamadan evrensel geçerli kabul ettiler.
-Tabii Mantık ve Bireysel Davranışlarla ilgili varsayımlar:
İnsan aklına aşırı güven , liberal iktisatçıları akılcı bir yönteme götürdü. Kişilerin çeşitli seçenekler arasında, tatminlerini maksimumlaştıracak tercihi yaptıkları; davranışlarında itici gücün, bireysel çıkarlar olduğu kabul edildi. Bir üstün akıl, tatmini maksimumlaştıran akılcı bireylerin arzularını, birbiriyle uyumlaştırıyordu. Böylece toplum refahının maksimumlaşacağı düşüncesi, bundan çıkarılan inanç sistemini oluşturdu.
Aslında, burada, olması gereken ile gerçekten varolan birbirine karıştırılıyordu. Serbest rekabet, diğer bir deyişle, tam rekabet şartlarına dayanan piyasa modellerinin kurulması, aslında, olması gerekeni, yani, toplumsal refahın maksimumlaştırılmasını, açıklayabilmek içindi. Ancak , liberal iktisatçılar, salt akılcı yöntem dolayısıyla, olması gerekenin ne ölçüde varolduğunu araştırmadılar.
-Ahlaki Tabii Kanun Felsefesi, Özel Mülkiyet ve Bireysel Girişim Özgürlüğü:
Ahlaki Tabii Kanun felsefesi, bireylerin ve toplumların "doğru" davranışlarını tanımlayan Kuralcı, yani olması gerekeni gösteren ahlak düzeninin ilkelerini koymuştu. İnsanın, doğuştan, aynı "insan tabiatı"nı taşıdığını, dolayısıyle aynı haklara ve özgürlüklere sahip olması gerektiğini kabul ediyordu. İnsanların tabii hakları arasında, emeklerinin ürününü elde etmesi, yani, özel mülkiyet; tabii arzularını istediği gibi tatmin etmesi, yani tüketici egemenliği; tabii yeteneklerini en iyi biçimde geliştirmesi, yani bireysel girişim vardı. Herkesin, eşit hakları ve özgürlükleri olması gerektiğine göre, bunların en iyi uyumunu, bağdaşmasını sağlayacak, "doğru" bir toplum düzeni bulmak gerekiyordu. Bu, onlara göre, ancak tabii kanunlara riayet edildiği için tabii uyum içinde bulunan bir toplum düzeni olabilirdi. Kapitalizmin özel mülkiyet ve bireysel girişimle piyasa ekonomisine dayanan temeli, işte, bu ilkeden çıkarılıyordu.
İktisadi Bireycilik: Teorik olarak ilk ifadesini A.Smith'de bulur. Ancak dayandığı "doğal düzen" felsefesi daha gerilerden başlamaktadır. Bireycilik, doğal düzen, doğal haklar, hür teşebbüs ve bireyin dizginsiz ve müdahalesiz olarak yapmak peşinde koştuğu herşeyi ifade eder.
İktisadi bireycilik yalın anlamıyla iktisadi hürriyete inançtır; yani açık ve basit doğal özgürlük sisteminin işlemesine. Belirli davranış modellerini, örneğin kâr maksimizasyonu peşinde koşmayı ve bunların içinde geliştiği kurum ve süreçleri haklılaştıran bir öğretidir. Kısacası, rekabetin, bütün iktisadi alanlarda müdahalesiz yarışmanın, sonuçta hasıl edecekleri sosyal yarar gözetilerek, kutsandığı bir "iman manzumesi"dir.
İktisadi bireycilik, iktisadi denetim ve düzenlemelere yer veren her türlü sosyal değeri karşısına alır. H.M. Robertson'un tanımı bu bakımdan son derece tatminkâr ve aydınlatıcıdır: "...Bireycilik, bir öğreti olarak, bireyi ve onun psikolojik eğilimlerini toplumun iktisadi örgütlenmesinin gerekli temeli olarak görür, bireylerin eylemlerinin toplumun iktisadi örgütlenmesini temine yeterli olacağına inanır, sosyal ilerlemeyi birey aracılığıyla, ona kendini özgürce geliştirmesi için her şeyi sunarak gerçekleştirmeyi arar. Bunun için iki kurumun gerekli olduğuna inanır: İktisadi özgürlük (yani, teşebbüs özgürlüğü) ve özel mülküyet. Farklı bireylerin değişik yeteneklere sahip olduğuna ve her birinin bu yetenekleri diğerleriyle rekabet içinde geliştirmesine müsaade edilmesi gerektiğine inanır. Dolayısıyla, bir sistem olarak, bireycilik serbest ticaret, rekabet ve özel mülkiyet sistemidir."
-Toplumsal Bilimlerde Tabii Kanun ve Toplumda Tabii Uyum:
Newton'un klasik fiziği, fiziksel evrene, düzenli ve değişmez kanunlara tâbi bir sistem görünüşü veriyordu. Cisimlerin tabii kanunlara göre hareketini teorisini kurmaktaydı. Newton fiziği, fiziksel bilimler kadar, toplumsal bilimleri de etkiledi. Sadece fiziksel evren değil, toplumların yapısı ve işleyişi de, bu görüşe bağlandı. Toplumların da, anlaşılabilir içsel kanunlara göre işleyen tabii kanunları olan, düzenli sistemler olarak düşünüldü. İktisadi liberalizmin edilgen akılcılığı, toplumun tabii kanunlarının saptanıp, bunlara uyulmasını gerektiriyordu.
Bu kanunlar, piyasa ekonomisinin kanunlarıydı. Tabii uyum, bireyin bireyle ve bireyin toplumla çıkarlarının uyuşmasını sağlamaktaydı. Toplumun işleyişindeki belirli amaç, toplumun maksimum refahıydı. Kanunların tabiiliği ise, bunlara hiç müdahale edilmemesi, müdahalenin, faydasız olacağı sonucuna götürüyordu. Çünkü toplumun tabii kanunlarıyla kendiliğinden optimal şartları yaratması mümkündü. Laisser-faire, yani, kamunun, tabii kanunların en iyi işleyişini sağlayacak hukuk sistemini kurmak dışında piyasaya müdahale etmemesi, sadece piyasa kanunlarının serbest işlemesini sağlamakla yetinmesi, bundan çıkarılıyordu.
Devlet müdahalesi: Klasik iktisat ekolü, ekonominin işleyişinde en temel unsurun rekabet olduğunu ileri sürerek tam rekabet ortamının sağlanması durumunda devletin ekonomide aktif bir aktör olarak değil, işlemlerin mevcut hukuki kural ve normlara uygun yapılp yapılmadığını denetleme işlevini yerine getiren iyi bir denetçi olması gerektiğini savunmaktadırlar. İktisadi alanda rekabeti sağlayıcı düzenlemeler dışında herhangi bir işe karışmamalıdır.
Doğal Düzen ve Görünmez El: Klasik görüşün temel unsurlarından olan bu kavramlardan, başta A.Smith olmak üzere klasik iktisatçılar da, fizyokratlar gibi, bir doğal düzenin varlığına inanmaktadırlar. Bu düzenin temeli kişisel çıkara dayanmaktadır. Toplum düzeni herkesin kendi çıkarını korumaya yönelik çabalarıyla en iyi korunabilir. Herkesin kendi çıkarını gözetmesiyle görünmez bir el genel çıkarın korunmasını sağlayacaktır. Çünkü klasiklere göre, ekonomi doğal olarak dengeye yöneliktir. Dengenin oluşmasını sağlayan da mal ve faktör piyasalarında düzgün işleyen fiyat mekanizmasıdır.
Bireycilik ve Çıkar Uyumu: Klasikler, iktisadi hayatta çıkar-uyum birlikteliğini vurgulayarak her bireyin kendi çıkarları peşinde koşmakla topluma verebileceği en büyük hizmeti yerine getireceğini savunmaktadırlar. Ancak bireyler, mevcut toplumsal kural ve koşullar altında kendi çıkarlarının neler olduğunu en iyi şekilde bilebilir ve ona göre davranabilir.
-Tabii Kanunlar ve Toplumsal Kanunların Evrenselliği:
Toplumlarda, fiziksel evrendeki gibi tabii kanunların bulunduğu inancı, toplumların evrensel kanunlara bağlı olduğu sonucuna götürdü. Toplumsal kanunların da tıpkı fizik kanunları gibi zaman ve mekandan bağımsız ve doğru oldukları sonucuna varılıyordu.
Böylece iktisadi liberalizm, metafizikle yüklü bir felsefeden, kapitalizmin temel ilkelerini, işleyiş kurallarını, amacını, iktisat politikasını çıkarmaktaydı. Özel mülkiyet, bireysel girişim ve serbest rekabete dayanan, kendi içsel kanunlarına göre tabii uyum içinde işleyen toplum, kendiliğinden, maksimum refaha götürebilirdi. Öyle ise, toplumun tabii kanunlarına müdahale edilmemesi için, iktisat politikasının laisser-faire olması gerekirdi.
Kapitalist toplumların tarihi, doğdukları andan itibaren, öncelikle iktisadi akılcılığı engelleyen sınırların adım adım kaldırılmasının, ardından da yani sınırların yeniden dayatılmasının tarihi olarak kavranabilir. Kapitalist toplumun merkezi sorunu ve politik çatışmalarının merkezi konusu, başlangıçtan itibaren, iktisadi akılsallığın içinde hareket etmesi gereken sınırlar sorunudur.
Sanayi ve ticaret burjuvazisi, bireylerin kendi çıkarlarının peşinde gitme haklarına yönelik her türlü sınırlamayla sürekli mücadele etmiştir. Bu mücadeleyi, iktisat liberalizm olarak adlandırılmaya uygun olan şey adına iç tutarlılıkları pek belirgin olmayan iki ayrı uslamlamaya dayanarak sürdürdüler: "Pazar yasaları"nın engelsiz işlemesinden yana bir iktisadi uslamlama ve "bireylerin yaratıcı enerjisini toplum için harekete geçirdiği" söylenen girişim özgürlüğünden yana bir ideolojik uslamlama.
"Pazar yasaları"nın engelsiz işlemesinden yana uslamlama, felsefi açıdan, F:A: Hayek'le birlikte özellikle gelişmiş bir biçim edindi. Bırakınız-yapsınlar'ın etkinliği, müdahale, düzenleme ve programlama girişimlerinin sonucundan, etkinlik ve akılsallık bakımından her zaman yüksek olacaktır. Politika, pazardan yana feragat etmelidir. Bütün bireylerin tek ortak çıkarı, dolayısıyla tek toplumsal bağ, çıkarlarına göre davranma özgürlüklerini engelleyen her türlü zorlamaya karşı korunmadaki çıkarlarıdır.
İktisadi uslamlamada girişimcilerin ve serbest girişimin toplumsal işlevi üzerine en ufak değer yargısı yoktur. Tersine, ne girişimciler ne de serbest girişim toplumsal amaç peşinde koşar. Toplumsal kaygıları pek toktur. Ve toplum rastlantıya bırakıldığında herşeyin yolunda gideceği söylenir. Kimse toplumdan sorumlu olmamalıdır, toplum kimsenin iradesine bağlı olmamalıdır. Bireylerin kendi çıkarlarını izleme özgürlüğünün koşulu topluluk karşısında sorumsuzluklarıdır.
Liberal düşüncede, her girişimci kendi çıkarının, yani mümkün olan en büyük kârın peşindedir. Girişimleri iktisadi bir hesap sonucudur. Bu hesap kararlara kılavuzluk eder, risklere değer biçer, alternatifleri yerleştirir ve kişiyi bütün ahlaki ve toplumsal kaygılardan muaf bırakır.
7.2. Modern İktisadi Düşüncenin Temelleri
Bütün bu farklı ekollerin ve bilim dallarının gelişimi incelendiğinde ise, değer yargıları açısından Batı iktisat düşüncesinin yarattığı hemen hemen bütün iktisat ekollerinin temelinde ortak değer yargılarının varlığından söz edilebilir. Bu da modern düşünceye kaynaklık etmiş olan aydınlama felsefesinin değerler sistemidir. Başka bir deyişle, tarihi gelişimi içerisinde analiz, yöntem ve arkaplan farklılıklarına rağmen iktisat ekollerinin hemen tamamının genel olarak aydınlanma felsefesinin değerler sisteminin etkisi altında kaldığı görülmektedir. Anti-devletçilik, bireysel tercihler, rasyonellik ve doğal yasalar şeklinde dört ana noktada özetlenebilecek olan sözkonusu değerler sistemi özellikle neo-klasik ekolün temelini oluşturmaktadır. Tablo 1.1'de aydınlanma felsefesinin ortaya çıkardığı değerler ve bunlardan kaynaklanan iktisadi davranışları analiz etmenin temel varsayımları kısaca özetlenmiştir.
Batı iktisat felsefesinin kısa bir özetini ihtiva eden bu tablo Avrupa'nın sosyal bünyesindeki çatışma ve çelişkileri de yansıtmaktadır. Genel olarak politik sistemi yönlendiren aristokrasi ve başta Kilise olmak üzere müttefiki olan sınıflarla emek sahipleri arasındaki sınıf çatışmalarına dayanan Avrupa'nın sosyal tarihi Aydınlanma Felsefesi ve Fransız devrimi ile yani bir sosyo-ekonomik yapılanma sürecine girmiştir. Bu anlamda, tabloda gösterilen modern Batı dünyasının sosyo-ekonomik yeniden yapılanmasının temelini oluşturan aydınlanmanın değer yargıları büyük oranda asırlar içinde Orta çağ Avrupa'sının kurumları, anlayışları ve egemen güçlerine karşı reaksiyon olarak gelişen toplumsal muhalefet fikriyatının bir sonucudur.
Tablo 1. Modern İktisadi Düşüncenin Temel Değerleri (Aydınlanma Felsefesi)
Ana Felsefi Yaklaşım Yöntem Ekonomi Bilimindeki İzahı
Bireycilik Bireysel tercih Ekonomik faaliyetlerin
sonucu olarak tüketimin statü-
sünün kaynağı sayılması
Rasyonellik Kıyas 1.Görünmez El
2. Faydanın Maksimizasyonu
Doğal Yasalar Merkantilist 1.Bireyin Özgürlük Hakkı
Doğal bilimler yönt. 2.İnsan Yapımı Yasaların Doğal
Gelişimi
Anti-Devletçilik Sekülerizm 1. Doğal Dengelerle Oluşan
Piyasalar
2. Tüketici
3. Hükümranlık=pazar+tüketici
Örneğin doğuştan gelen bir hak olduğu kabul edilen ve aristokrat sınıfa ait bir kazanım olan soyluluğun toplumsal statü kaynağı sayılması yerine bireyselliğin alabildiğince önemli hale geldiği sosyo-ekonomik ilişkiler çerçevesinde tüketimin statünün kaynağı olarak kabul edildiği bir anlayış gelişmiştir. Bunun sonucu olarak da, tam bir rasyonelliğe sahip bireylerin tamamen kendi kişisel faydalarını maksimize etmek amacı ile ekonomik sisteme katıldıkları kabul edilmiştir. Söz konusu davranış şeklini esas alan bireylerin oluşturdukları sistem de, bireyin özgürlük hakkını ve insan yapımı yasaların sürekli gelişimini sağlayan bir mekanizma kurarak doğal dengelerle oluşan pazarların egemen olduğu bir liberal ekonomik sistemi meydana getirmektir.
A.Smith'in paradigmasındaki "görünmez el" kavramı skolastik çağların Tanrı ya da Tanrısal güçler tarafından yönetilen devletince yönlendirilen ekonomi ve pazar anlayışına büyük bir tepki olarak gelişmiş ve tamamen doğal dengelerle oluşan bireylerin yönlendirdiği pazarları ifade etmek için kullanılmıştır.
Sekülerizm ise, batı dünyasında kilise güdümündeki devlete karşı verilen hükümranlık mücadelesinin bir sonucudur. Bunun iktisadi alandaki sonucu ise devlet ağırlıklı ekonomik sistemin, pazarların doğal dengelerle oluştuğu ve tüketicinin birey olarak merkezi konuma geçtiği bir sistemle değiştirilmiş olmasıdır. Yani hükümranlık hakkındaki değişim kilisenin egemenliği yerine bireylerin egemenliğini getirmiş, bu da ekonomik alanda (Hükümranlık=pazar+tüketici) şeklinde ifade edilebilecek bir değişimi getirmiştir.
Batı dünyasının tarihsel gelişimi içerisinde vücut bulan aydınlanma düşüncesinin temel değerlerinden kaynaklanan iktisat düşüncesi özellikle neo-klasik anlayışta belirginleşmiştir.
Neo-klasik ekolün üstadlarından Gary Becker'ın tanımına göre "insanların ekonomik hayattaki bütün davranışları, sürekli bir tercihler kümesi içerisinde faydasını maksimize etmesini ve bilgi ve farklı pazarlarla ilgili diğer girdileri optimum miktarda toplamasını sağlayacak davranışlar bütünü olarak" görülebilir. Buna göre ekonomik insanın temel özelliği faydasını maksimize etmeye hedeflenmiş olmasıdır. Yani motivasyon açısından ekonomik insan sadece faydasının en çok olacağı durumlarla belirli hedeflere motive edilebilecektir. Bu durumda da seçeneği/yönlendirileceği herhangi bir hedef söz konusu şartlar altındaki tercihler ve relatif maliyetler arasındaki optimum dengeyi sağlayacaktır.
"Ekonomik insan" modelinin bir diğer özelliği ise, neo-klasik ekonomik anlayışın ön gördüğü doğal yasalar çerçevesinde kendi kendini yöneten istihdam piyasalarında varlığını sürdürüyor olmasıdır. Bu anlayış, A.Smith'in görünmez el teorisinin neo-klasik düşünceye adaptasyonunun bir sonucudur. Söz konusu anlayış sadece piyasalar tarafından kontrol edilen, yönetilen ve yönlendirilen bir ekonomik sistemi öngörmektedir. Mal ve hizmetlerin üretim ve dağıtımı işi pazarın kendi kendini ayarlayan işleyişine bırakılmıştır. Bu tür bir ekonomi, bireyin maksimum kazancı elde etmeye yönelik davranacağı beklentisinden hareket eder. Pazar ekonomileri doğal olarak birden fazla alıcı ve satıcının varolduğu tam rekabet ekonomileridir. Tam rekabet şartları da bilgiye kusursuz ulaşmayı ve değerlendirmeyi gerekli kılar. Ayrıca tam rekabet piyasasında üretim faktörlerinin tam hareketliliği de söz konusudur. Buna göre emek piyasalarında işçiler en fazla getiriyi alacaklarını tahmin ettikleri işlere doğru kayarlar.
7.3. Klasik İktisat
İngiltere'de merkantilist gelenek ve Fransa'da Fizyokratik Okul, oldukça farklı açılardan iktisadi "artı değer"in önemine dikkat çekmişlerdi. Klasik iktisatçılar bu araştırmayı sürdürmüş fakat ona farklı bir yorum getirmişlerdi. Merkantilistler, ihracatın ithalattan fazla oluşunun önemi üzerinde duruyorlardı. "Artı değer"in kaynağı olarak dış ticaretten sağlanan ihracat fazlasını görüyorlardı. Fizyokratlar ise, tarım, ekonominin yegane üretken sektörü ve diğer tüm şeylerin kendisine bağlı oldukları "artı değer"in oluşturucusuydu.
İngiliz klasik ekolü, ilgiyi ekonomik artı değerin doğası ve kaynaklarında yoğunlaştırdı ve merkantilizmin sınırlayıcı uygulamalarına karşı saldırı genişletti. Klasikler, artı değerin ticaret yoluyla değil üretim yoluyla ortaya çıktığını iddia ediyorlardı. Klasik ekol yazarlarına göre, tarım artık yegane üretken faaliyet değildi; imalat da bir artı değer üretebilirdi. Bu argüman dizisi uç vermeye başlamış olan sanayiciliğin kazanımlarıyla uyuşuyordu. Klasiklere göre, insanların ve malların hareketlerini düzenlemek ve sınırlandırmak verimliliği ve gelişmeyi kösteklemekteydi.
Klasik geleneğe katkıda bulunanların önde gelenlerin çoğu- ve onların öncülerinin hepsi- iktisadi düzenin Newtonyen mekaniğin portresini çizdiği fiziksel evrene benzer görmüşlerdi. İktisadi olayların, insan tarafından incelenebilir olmalarına karşın; onun doğrudan denetimi dışında kalan doğal yasalar tarafından yönetildiğine inanıyorlardı.
Locke ve Rousseau, oldukça farklı açılardan doğa koşullarının mevcut sosyal kurumları değerlendirmek için uygun bir ölçüt oluşturduklarını ileri sürmüşlerdi. "Doğal düzen", klasik iktisatçıların elinde merkantilist döneme izafe edilen devlet düzenlemesi ve korumasına saldırmada kullanılan bir silah oldu
Klasik zihniyetin bu bileşenleri temel bir sorun üzerinde, yani geniş zaman peryodları boyunca iktisadi büyümenin analizi üzerinde yoğunlaştırılmışlardı. A.Smith, imalatçıları ve "yenilikçi girişimler"i ilerlemenin sürdürücüleri olarak görüyordu ve onlara hareket edebilecekleri daha geniş bir alanın sağlanması gerektiğini söylemişti. Vermek istediği pratik mesaj (gerek hükümet tarafından yasalaştırılmış gerekse ruhani geleneklerle kökleşmiş bulunan) kurumsal sınırlamaların sağlıksız olduğuydu. Bu sınırlamalar, yeni ve daha üretken bir endüstriyel dönemin olgunlaşmasını mümkün kılacak hız seviyesinin oluşmasını önlüyordu.
A. Smith, "Ahlaki Duygular Teorisi" adlı eserinde, toplumun "doğal düzen"in karakterini formüle etmek için başlangıç niteliğinde bir girişim gerçekleştirmişti. Beşeri davranış bu eserde üç iç güdü çiftine göre tahlil edilmekteydi: "Öz sevgisi ve sempati, özgür olma arzusu ve adap duygusu, çalışma alışkanlığı ve mübadele eğilimi". Smith'e göre, bu doğal temayüller birbirini etkileyerek bir denge oluşturmakta ve kendi çıkarları peşinde koşmaya bırakıldıklarında her insanın farkında olmadan kamu yararına da hizmet etmiş olacakları bir doğal ahenkler sosyal düzenini de desteklemekteydi. Daha sonra "Milletlerin Zenginliği" adlı eserinde, "işbölümü kamu refahının artmasında en büyük amildir, ki bu merkantilistlerin sandığı ahmakça sanıldığı gibi altın ve gümüş miktarıyla değil, halkın çalışkanlığıyla orantılıdır".
Smith'in analizinin odak noktası: Milletlerin zenginliğinin tabiatı ve nedenleri üzerine bir araştırmadır. Diğer bir deyişle Smith, bir iktisadi büyüme teorisi geliştirmeye çalışıyordu. Smith, iktisadi büyümeyi, "iş bölümü"ne dayandırmaktaydı. Smith, iktisadi büyüme ve rekabet düzeninin birbirini güçlendireceği görüşündeydi. Rekabetin yer aldığı bir toplumda gerçekleşeceğini düşündüğü olumlu sonuçlar arasında büyümenin getirdiği kazançların toplumun bütün sınıfları arasında paylaşılacağı kanaati vardı.
Klasik gelenek, iktisadın da tıpkı bir doğal bilim gibi objektif ve evrensel yasalara dayanan bir bilim olması için uğraşmışlardır.
Klasik iktisat okulu öncelikle İngiltere'de gelişmiştir. Bunun en başta gelen nedeni, sanayi devriminin öncelikle burada yaşanmış olmasıdır. Başta Smith olmak üzere klasiklerin, imalat sektörünün, ticaretin, icatların ve işbölümünün iktisadi yapıda meydana getirdiği dönüşümü fark etmeleri ve bunu açıklamaya yönelmelerinin iktisadi düşüncenin sistematik bir bilim dalı haline gelmesinde çok büyük rolü olmuştur. Sanayi ve iş dünyasının hızlı gelişme için gerek duyduğu unsurların başında, özgür, serbest, düşük ücretli ve çalışkan işgücü gelmekteydi. Bu dönemde toplumsal hayatın böyle bir değişim sürecine girmesine paralel olarak, bu değişim sürecinin açıklanmasına yönelik yeni fikirler de geliştirilmiştir. Modern iktisadi düşüncenin doğuşunu da bu çerçevede değerlendirmek mümkündür.
18. ve 19. yy.da İngiltere dünyanın en üretken ve güçlü ülkesi konumundaydı. Dış ticarette kendisiyle rekabet edebilecek başka bir ülke yoktu. Bu yüzden İngiliz girişimcileri, devletin desteğine ihtiyaç duymadan, dış pazarlarda rekabet edebilecek bir durumdaydılar. Bu yüzden bu yıllarda İngiltere'de bırakınız yapsınlar öğretisine dayalı klasik iktisat büyük kabul görmüştür.
Bu bağlamda klasik okulun, doğrudan dönemin iş adamlarını korumaya yönelik bir doktrin olduğu söylenebilir. Bu doktrin en büyük onurun soylulara ve toprak sahiplerine verildiği bir dünyada iş adamlarına büyük saygınlık kazandırmıştır.
Klasik okul, merkantilist döneme ait kısıtlamaların kaldırılmasını meşrulaştırmış ve kârlı girişimlerde bulunan kişilerin bu yeni uygulamalarını rasyonelize etmiştir. Klasik doktrin aynı zamanda, iktisadi hayatı denetleyen kesimin ihtiyaçlarına paralel olarak ekonominin düzenleyici ilkesi olarak rekabet öne çıkarılmış, devlet ise, geriye itilmiştir. (öd 10)
18. ve 19. yy'ın başlarında ekonomi-politik özerk bir bilim dalı haline geldi. Klasik iktisatçılar, özellikle de Adam Smith, iktisadi toplumsal kuralların dinsel "Protestan" temelinin yerine, Locke'un, İskoç Felsefe Okulu'nun ve Aydınlanma'nın düşüncelerine dayanan doğacı felsefeyi benimsediler. Bu dönemin entelektüel eğilimine paralel olarak doğa Tanrının, doğa bilimleri de dinin yerini aldı;ama bu düşünce sisteminin, nesnel ve akılcı bir temeli de vardı. Piyasa ekonomisinin gerektirdiği sınırlamalar ve zorlamalar doğacı felsefeyle açıklanıyordu. Bu felsefeye göre piyasa ekonomisinin değerleri ve yol gösterici kuralları insanın ve toplumun doğasından kaynaklanıyordu ve bunlar evrenin yapısının bir parçasını oluşturuyorlardı. Böylece doğacı felsefe ideolojik temelleri ve ahlaki doğrulanmayı da sağlıyordu.
Erken kapitalizmin Püriten ve dinsel temeli zayıflarken, A. Smith, yeni yaşam biçimini, bireysel iktisadi öz-çıkar, çıkarların doğal uyumu ve emek-değer teorisi gibi kavramlarla haklı ve meşru kıldı. Bütün bunlar, Püriten ahlakın dinsel etkilerden arındırılmasını, kapitalizmin gerektirdiği dürtülerin denetiminin ve akılcı bir disiplinin kuramsal meşruiyetini temsil ediyordu.
Klasik iktisatçılar bireyi, kendi başlarına birer amaç olarak görülen para birikimi ve zenginlik için doğal olarak çabalayan insanlar olarak gösterdiler. Mal mülk edinme güdüsünü doğuştan gelen bir insan özelliği olarak görüyorlardı. Deneycilik, doğalcılık, akılcılığa dayanan laik inanç sistemine sahip olan bir toplumda, yalnızca bilim tarafından yorumlanan bir doğa, hareketleri ve davranışları ahlaki olarak doğrulayabilirdi.
A. Smith ve Klasik İktisat Okulu mülkiyet arzusunu insanın doğal bir eğilimi olarak yorumladılar. Smith, öz-çıkar kavramını dar bir anlamda, sürekli daha fazla para , zenginlik, mal ve mülk edinimi anlamında yorumladı. Bu yüzden öz-çıkar iki şekilde sınırlanmıştı. Birinci olarak sadece çıkarlara indirgenmişti, daha sonra da iktisadi çıkar sürekli daha fazla para ve alım gücü olarak tanımlanmıştı. Bu sınırlayıcı tanım, iktisadi bireyciliği ve hırsı toplumsal açıdan haklı göstermek için gerekliydi. Bu, bireysel ve toplumsal çıkarların doğal uyumu kuramı ile başarıldı. A.Smith bu sonuca bireysel ve toplumsal çıkarları aynı doğrultuda tanımlayarak ulaştı. Bu üretim artışıydı. Birey kendi zenginliğini piyasadaki değişim için daha fazla mal üreterek artırırken, aynı zamanda üretilmiş malların toplamını da artırarak herkesin durumunu da iyileştiriyordu. Birey daha fazla üreterek kendi zenginliğini ve aynı zamanda da ulusların zenginliğini artırıyordu. Böylece A.Smith, toplumsal ve bireysel çıkarları aynı şekilde, yani üretimdeki artış olarak tanımlayarak, toplumsal uyum öğretisine ulaşmıştır.
A.Smith de, doğalcı ve görünürde deneyci felsefesinde, Max Weber'in Püriten ahlak anlayışında izlerini bulduğu değerleri benimser. İçerik aynıdır, yalnızca kökenleriyle ilgili yorumlar farklıdır.
Faydacı hazcılık, A.Smith'deki iktisadi davranışın doğalcı temelini, zevk ilkesiyle ilişkilendirerek, genişletti. A.Smith'e göre sürekli daha fazla para kazanma arzusu iktisadi öz-çıkarın peşinde koşulmasının doğal bir sonucuydu. Bu, doğuştan gelen insani bir özellikti. Faydacılar ise bunu, insanı zevk peşinde koşturan ve acıyı önlemeye sevkeden daha geniş bir doğal ilkeyle yorumladılar. Bu iki yorum birbirine çok yakındır. Faydacılar, insan davranışının amaçları ve nihai hedefleri üzerinde daha fazla durdular. "Zevk" ilkesinin insanın doğasından kaynaklandığını öne sürerek, insan davranışına ilişkin doğalcı ve görünürde deneyci bir kuram oluşturdular. Liberalizmin temelinde faydacılık yatmaktadır. Faydacılığın temsilcisi ise Bentham'dır. Buna göre insanlar haz-elem ilkesine göre davranır. İnsanlar haza koşar, elemden ise uzaklaşır.
VIII. İKTİSAT TEORİSİ
İktisat teorisi; herhangi bir ekonomik olayın unsurlarını, bu unsurlar arasındaki ilişkiyi ve bu ilişkiler nedeniyle ne gibi ekonomik sonuçların ortaya çıkacağını bilmemize imkan sağlar.
İktisat teorisinin tarihsel gelişimi içinde bazı teoriler ve bu teorileri taraftarları için "devletin iktisadi hayata müdahale etmesi" gerekli ve yararlı iken bazı teoriler ve taraftarları için de istenmeyen bir durumdur. Denilebilir ki, iktisat teorisinin tarihi devletin ekonomiye müdahalesini gerekli ve yararlı bulanlarla; devletin ekonomiye müdahalesini gereksiz ve zararlı bulanlar arasındaki mücadelenin tarihidir.
Friedman'a göre iyi bir teorinin en belirgin özelliği onun öngörü gücüdür. Teoriler, insanların gelecekteki olayları öngörmeleri ve onları kontrol etmeleri için oluşturulur ve kullanılır. Teorinin olayları öngörme ve kontrol etme kapasitesi, onun faydalılığını gösterir. Örneğin Freidman'ın teorisine göre, para miktarındaki önemli bir değişmenin muhtemelen nominal gelirde hatırı sayılır bir değişmeye neden olması faydalı bir olgudur. Çünkü bu durum bize enflasyonun nedeni ve nasıl önleneceği konusunda bilgi verir. Bir teorinin öngörü gücü, iktisatçının sürekli amacı olmalıdır.
Her teorinin iktisatta, belirli bir siyasal inanç sistemine veya felsefi görüşe ya da ideolojiye bağlı olarak kurulmasıdır; teoriden çıkarılan sonuçların, bunlarla bağdaşır nitelik taşımasıdır. Çeşitli siyasi inanç sistemleri veya felsefi görüşler veya ideoloji bulunduğu için de, aynı olayın, iktisatta, birbirinden çok farklı yaklaşımda teorileri bulunabilmektedir.
Bizim bu çalışmadaki amacımız iktisat teorisinin gerisindeki felsefi düşünce sisteminin kurulan teorileri, bunlara dayanarak yapılan açıklamaları, bunlardan çıkarılan sonuçları nasıl etkilediğini göstermektir. Teorilerin kurulmasında veya bu teorilerin eleştirilmesinde, iktisatçıların bağlı olduğu felsefe sistemi (veya dünya görüşü ya da inanç sistemleri) etkili olmaktadır. Maksadımız iktisat teorisinin, iktisat politikası tedbirlerinin alınmasına elverişli bir yönde nasıl geliştiğini göstermektir.
Marx ve Engels, fikirler veya fikirler sisteminin tarih sürecini yürüten baş etken olmayıp, toplumun temel iktisadi yapısının belirlediği bir üstyapı kurumu olduğuna inanmışlardı. Buna dayanarak, herhangi bir çağda, herhangi bir toplumda yaygın olan fikirler ya da fikirler sisteminin, toplumda ağırlığını duyuran sınıfların çıkarlarını savunmak ve davranışlarını haklı göstermek için geliştirildiğini söylüyorlardı. Toplumda o andaki durumu yansıtmak için kurulan teorilerin de, bu ölçüde, gerçeklerle ilişkisi olmayabileceğini ileri sürüyorlardı. Klasik iktisadın, sanayi ve ticaret burjuvasının çıkarların yansıtan, sınıf yargılarına dayanan bir sınıf doktrini olduğunu, hakim sınıfların çıkarlarını haklı göstermek için kurulduğunu öne sürdüler.
Teorilerin gerisindeki"felsefi sistem, siyasi inanç veya düşünce sistemi vb..." olarak nitelediğimiz, bir meseleye bakış açısını belirleyen, gerçekte, ideolojidir. İdeoloji, belirli bir sınıfın belirli bir çağda, özgün sayabileceğimiz, toplumsal düşünce sistemidir. İdeoloji, bilimsel gerçeklerle beraber, somut tarihsel-ekonomik yapının belirlediği değer yargılarını, önyargıları, toplumun doğru işleyişi ile ilgili kanıları da bir arada kapsar. Deneylerle test edilemeyen bu siyasi inanç sistemi, belirli bir olayda, bizi, belirli bir yönde düşünmeye sevk eder.
Freud ve onu izleyen çağdaş psikoloji, insan düşüncesinin işleyişinde "akıla uydurma" denilen bir olguyu ortaya koymaktadır. Bu olgu, gerek bireyin kendi ruh sağlığı, gerek diğer kişileri etkilemek için, kendisi hakkında, güdüleri hakkında, gerçekte olanı değil de, olması gerekeni ya da kendisinin gerçekleşmesini istediğini yansıtacak bir tablo çizmesi şeklinde tanımlanabilir. Bireysel psikoloji bakımından önemli olan akıla uydurma, toplumsal bilimlerde, ideoloji olarak ortaya çıkar. Her bir düşünürün, benimsediği ideolojiye göre izlediği bir yöntem, incelemek için seçtiği konu, yaptığı varsayımlar, ihmal ettiği ya da ön plana aldığı değişkenler, aradığı sonuçlar vardır. Bu yönüyle öğretilerin ayrıntıları kişisel fikirleri yansıtıyor olsa da, ideolojinin belirlediği genel yapısı, ortaklaşa ve tarihseldir. Bu yapı, teorinin gerisinde kalan ideoloji ile belirlenmiştir. Böylece, öğretilerde, bir taraftan açıkça gördüğümüz teorik yapılar vardır; bunlar öğretilerin aşikar yönüdür. Bir taraftan da, bu teorilerin gerisinde kalan gizli bir etken vardır; bu da öğretinin ideolojik yönüdür.
İdeolojileri, genellikle, üç grup altında sınıflandırmak mümkündür:
1) Varolan düzeni savunan hakim sınıf ideolojisi: Bu, varolan toplumsal -iktisadi yapının, hakim sınıfın kendi toplumsal düşünce sistemine göre optimal sayılabilecek şartları yarattığı izlenimini uyandırmaya yönelmiştir. İktisat teorisinin derinliğine incelediği kapitalist toplumda bu ideoloji, iktisadi liberalizm olmuştur. Liberal öğreti, sanayi kapitalizminin yerleştiği tarihsel aşamada ve ülkelerde, hakim sınıf çıkarlarını savunanların ideolojisi olmuştur. İktisat teorisinin genişliğine ve derinliğine incelediği kapitalist ekonominin bu açıdan görünüşünü verenler, görünüşteki şartları haklı göstermeye yönelmiştir. Liberal Öğreti, böylece, tarihsel ve ortaklaşa bir ideolojinin belirlediği teorileri içerir.
2)Uzlaştırma ideolojileri:Bunlar, kapitalizmde varolan düzeni savunan katıksız laisser-faire'le, kapitalizmi yerip bunu geçici bir tarihsel aşama sayan sosyalist öğreti arasında, bir "orta yol"cu ideolojik akımdır. Bu akım her ikisinden de farklı görüşleri, okulları, akımları kapsamaktadır. Her iki öğretiden de bazı görüşler almıştır. Liberal öğretiden aktarılan kapitalizmin üretim araçları özel mülkiyeti, bireysel girişim, kâr amacı, piyasa ekonomisi gibi temel kurumlardır. Fakat, sistemin, otomatik olarak, kendi içsel kanunlarıyla optimal şartları yaratacağı iddiasını, yani, katıksız laisser-faire'i kabul etmemektedir. Sosyalist öğretiden, kapitalizmin doğurduğu sorunlara daha gerçekçi yaklaşımı;çıkar çatışmasını, safi kârın ve sömürünün varlığını, sürekli işsizlik yaratma eğilimini; devlet müdahalesinin gerekliliğini almaktadır. Uzlaştırma ideolojileri, özünde, sistemin ancak bazı yeniden düzenlemelerle optimal şartları yaratabileceğini söylemektedir. İktisadi liberalizmin özelliği ekonominin işleyiş kanunlarını teorileştirmiş olmalarıdır.
3) Liberal öğret ve iktisat politikası olan laisser-faire'ı katıksız haliyle savunmak üzere teoriler kurulmuştur. Kurdukları iktisat teorisinin çözümleme niteliği ne olursa olsun, liberal iktisadi öğretiyi haklı göstermek üzere teoriler kuran iktisatçılar, dört iktisat okulunda toplanmaktadır: Fizyokratlar, Klasik Okul ve Neo-klasik Okul, Arz Yönlü İktisat. 18. yüzyılın sonundan günümüze kadar süregelen dönemde kurulan teorilerin, matematiğin iktisada uygulanması gibi değişikliklere rağmen, dünya görüşü değişmemiştir. Temel amaç, liberalizmin felsefi kaynaklarından elde edilen ilkelerin savunulması, belirli bir toplum düzeninin, en iyi ve en adil düzen olduğunun ispatlanmasıdır.
8.1. Felsefe Sistemi Veya Dünya Görüşü Ve İktisat Teorisi
Bilimin "deneme-hata" yöntemiyle geliştiğine, "mutlak bilgi" olmadığına bilim tarihi tanıktır. Bütün bilimlerde, zaman içinde teoriler değişebilir. Doğa bilimlerinde bir görüş, bir teori, diğer bir görüş veya teori ile çatıştığı zaman, hipotezleri test edilir. Bunlardan biri kabul edildiğinde, onunla çatışan teori geçerli olmaktan çıkar, önemini yitirir.
Buna karşılık, iktisat teorisinde aynı olayın, olaya bakan düşünürün benimsediği dünya görüşüne ya da değerler sistemine göre, farklı bir görünüşü vardır. Hatta aynı düşünürün zamanla kendi dünya görüşü de değişebilir. Örneğin, kapitalizmde istihdam ve işsizlik sorununu ele alalım:Liberal öğretiye bağlı iktisatçılara göre, kapitalizmin kendi içsel kuvvetleriyle kendiliğinden işleyişi, işsizlik sorununu çözer. Kurdukları teori, bunu ispatlamaya yönelmiştir. Eğer işsizlik varsa, bunun nedeni, ekonominin kendiliğinden işleyişini önleyen müdahalelere atfedilir. Liberal öğretiden kısmi bir ayrılışı temsil eden Keynes ve Keynesyen Teori yandaşlarına göre, kapitalizmin kendiliğinden işleyişi, işsizlik sorununu çözmez. Ancak ekonomiye müdahale yapıldığında işsizlik sorunu çözülebilir, kapitalizm kurtulabilir. Oysa, sosyalist öğretiye bağlı düşünürler için, işsizliğe bulunacak çareler geçicidir. Kapitalizm sürekli olarak, daha büyük sayıda işsiz yaratma eğilimindedir. Her üç görüş de, inançlarını ispatlamak için, mantıki bakımdan tutarlı teoriler kurmaktadır. Aynı görüşlere göre dış ticaret sorunu üzerinde duralım: Liberal öğreti, serbest dış ticaretin her ülkenin refahını yükselteceğini, ülkeler arasında girdi gelirleri farkını, dolayısıyle, refah farkını gidereceğini, yine mantıki bakımdan tutarlı teoriler içinde göstermektedir. Milliyetçi akımlar, bunun doğru olmadığını, ancak dış ticarette koruma yoluyla bir ülkenin sanayileşip, refahının artabileceğini savunmaktadır. Sosyalist öğretinin emperyalizm teorisi ise, değil refahını arttırabileceğini, kapitalist bir ülke ile dış ticaretin, az gelişmiş bir ülkenin sömürülmesiyle sonuçlanacağını göstermektedir. Yani aynı olgunun farklı görüşleri, teoriler ve bağlı oldukları felsefi sistemlerine göre aynı haklılık derecesinde ortaya konabilmektedir.
Burada haklı olarak sorulabilecek soru şudur: Elimizdeki teorilerin tümünün mantıki tutarlılığı, içsel bütünlüğü varsa, nasıl oluyor da birbiriyle çelişen tahliller yapabiliyor, çelişik sonuçlara varan teoriler kurulabiliyor? Bu durum, iktisat teorisinde çeşitli kaynaklardan doğabilir. Belli başlı kaynaklardan biri, düşünürün, siyasi inançlarını ya da felsefi görüşünü doğrulayan sonuçlara varmasını sağlayacak varsayımları seçmesidir. Hiçbir iktisatçı kurduğu teorinin başında siyasi inançlarını açıklamadığı halde, bunun dayandığı varsayımlara bakarak, çoğu zaman, felsefi görüşünün ne olduğunu anlamak mümkündür.
İkinci bir kaynak teoriye dahil edilen ya da ihmal edilen etkenlerdir. İktisat teorisinin, doğa bilimlerinden farklı olarak, içerdiği parametreler zaman ve mekan içinde değişir. Doğadaki istikrara karşılık, aynı toplumda, bu parametreler kısa sürelerle dahi aynı kalmamaktadır; aynı zaman döneminde de toplumlar arasında büyük farklar vardır. Ayrıca, toplumsal olaylar, son derece karmaşıktır; çok sayıda etkene bağlıdır. Bir etkenin, diğerlerine oranla, ne derece önemli olduğunu saptamak kolay değildir. Bundan dolayı, iktisatçıların teorilerine dahil ettikleri etkenler de, kendilerinin bakış açısıyla şartlanmış gözlem ve tahminlerine dayanır.
Üçüncü bir kaynak, olayları incelerken düşünürün kullandığı yöntemdir. Her öğretinin, kendine özgü, olayları tahlil ederken kullandığı bir yöntem vardır. Yöntem farkları , karmaşık toplumsal olayların tahlil biçimini etkiler;bunların görüşünü bize farklı biçimde yansıtır.
Dördüncüsü, düşünürün sahip olduğu dünya görüşünün, incelemek için seçilen konuları da etkilemesidir; bununla bağdaşmayan bir olayın varlığını, düşünürün kabul dahi etmemesidir.
Neticede, tahliller, varılan sonuçlar aynı olsa da, belirli bir durum, bir düşünürün değer yargıları çerçevesinde olumlu, diğerleri için, olumsuz sayılabilir. Birinci halde teori bize olayı olumlu, ikinci halde olumsuz diye yansıtır.
İktisadi düşüncenin gerisinde teorileri etkileyen felsefe sistemleri incelendiğinde, aynı olaya bu farklı bakış açılarının kaynağını bulmak mümkündür. Batı kaynaklı iktisat teorisinin gerisindeki liberal felsefe, gerçekte, 18. yüzyılın sonlarında sanayileşen Batı ülkelerinde, yeni yükselen kapitalist-girişimci burjuva sınıfının dünya görüşü olmuştur. Burjuva sınıfının iktisadi hayatla ilgili temel ilkeleri de liberal felsefe gereği laisser-faire olmuştur.
İktisat bilimine baktığımız zaman, farklı alanlarda kullanılan pek çok değişik kuramla karşılaşıyoruz. Ama aynı zamanda da, bu kuramların bir genel kuramın temel özelliklerini paylaştıklarını ve böylece bir bütünün parçaları olarak ortaya çıktıklarını görebiliyoruz. İktisatçılar her alanda bu genel kuramdan kaynaklanan problemleri çözüyorlar. Bunların fiyat mekanizması yoluyla dengeye gelen piyasalarla ilgili maksimizasyon ve minimizasyon problemleri olduklarını söyleyebiliriz.
İktisadın temelindeki davranışsal varsayım, insanı piyasa ilişkileri içinde ele alıyor ve ekonomiyi bu ilişkilerden oluşan bir alan olarak tanımlıyor olmasıdır. Burada ekonomi, piyasaya indirgenerek algılanıyor ve toplumun bütününden böyle ayrıştırılıyor. Ekonomik ilişkilerin, piyasa ilişkileriyle, özgür bireylerin kişisel çıkar sağlamak amacıyla giriştikleri ilişkilerle, özdeşleşmesi böyle bir toplumda gerçekleşiyor.
"İktisatçılar neden kişisel çıkar dürtüsünü temel davranış ilkesi olarak kabul etmişlerdi?"A. Smith'in çalışmalarını büyük ölçüde iki amaç etkilemiştir. Bu amaçlardan birine, Smith'in "bilimsellik" amacı, diğerine "siyasal-ahlaki" amacı adını vereceğiz. Bunların ikisi de, Batı'da piyasa toplumunun geliştiği dönemin inanç ve ideallerini yansıtan amaçlardır. Bilimsel amaç, toplumun, araştırıcının öznel değerlerinden bağımsız bir biçimde, akılcı yöntemlerle, doğa bilimlerinin nesneleri gibi evrensel açıklayıcı ilkeler yardımıyla incelenebileceği inancını yansıtıyor. Bu inanç, hem doğa bilimlerinin kullandıkları yöntemlerle ilgili bir anlayışı, hem de bu çok etkileyici sonuçlar vermiş yöntemlerin sosyal düşünceye uygulanabilecekleri fikrini içeriyor. İnsanların yukarıda tanımladığımız biçimde rasyonel davrandıkları varsayımı, ekonominin rasyonel yöntemlerle, "bilimsel" olarak açıklanabileceği fikrinin temelini oluşturuyor.
Siyasi-ahlaki amaç ise, piyasa ilişkilerinin özelliklerini yansıtan bir toplum idealine bağlı olarak tanımlanabiliyor. Ekonomik faaliyetin serbest piyasalar tarafından yönlendirildiği bir ekonomik sistemde, aynı doğrultuda, özgür ve eşit bir sistem olarak algılanabiliyor. Denge kavramının iktisat içinde taşıdığı öneme yansıyan "kendiliğinden düzen" fikri, bu tür bir algılamanın sonucu olarak ortaya çıkıyor.
8.2. Neo-Klasik Ekol
Neo-klasik yaklaşım bugün sadece genel makro ve mikro iktisat alanlarında değil çalışma ekonomisi ve endüstri ilişkileri bilim dalında da ana paradigma olma özelliğini sürdürmektedir.
Neo-klasik teori iş piyasasının doğası ve işleyişi hakkındaki yorumunda arz ve talep arasındaki istikrarlı bir dengeden ve ücretlerin bu dengeler içinde oluşacağı yaklaşımından hareket eder. Bu yaklaşım, kişilerin bireysel etkileri söz konusu olmaksızın genel piyasa kuvvetlerinin ücretlerin ve istihdamın ana belirleyici faktörleri olduğu anlamına gelmektedir.
Neo-klasik ekolün en önemli niteliği ise, "ekonomik insan" modelini en dar çerçevesi ile esas almış olmasıdır. Bu konudaki temel varsayımları ile neo-klasikler, endüstri ilişkilerinin aktörleri olarak sistemde yer alan bireylerin her şart altında kendi bireysel faydalarını (refah) maksimize etme hedefi ile ekonomik faaliyetlere katıldıklarını kabul ederler. Neo-klasik ekol, söz konusu "ekonomik insan"ı tercihlerinde tamamen rasyonel davranabilen, bilgiye ulaşma ve yorumlama süreçlerinde ise kusursuz davranabilen birey olarak tanımlamıştır.
IX. İKTİSAT POLİTİKASI
İktisat politikası, belli iktisadi amaçlara ulaşmak için karar alınması ve bu kararların uygulanması şeklinde tanımlanabilir. Ekonomik olaylara yön vermek ve belli amaçlara ulaşmak için, ekonomik ortamı tanımlayan iktisat teorilerine ihtiyaç vardır. İktisat teorisi bilinmeden , ne amaçları saptamak ve ne de bu amaçlara ulaşmak için gerekli araçları seçmek mümkündür.
İktisat teorisinin, iktisat politikasına sağlayacağı ikinci fayda, kullanılacak aracın etkinliğini, yani arzulanan amaca ulaşmak yönünden meydana getireceği sonucu göstermeye ve ölçmeye yaramasıdır.
İktisat teorisinin sağlayacağı diğer önemli bir fayda, amaçlar arasında bir çelişki olup olmadığını göstermesidir.
9.1. Bilimsel Tercih Ve İdeolojik Tercih
İktisat politikası yönünden ele alındığı zaman, devlete ekonomik görev verilip verilmeyeceği ve eğer verilecekse bu görevin boyutlarının ne olacağı, iktisat teorisinin, gelişimine bağlı olarak belirlenmektedir. İktisat teorisi tarihsel gelişimi içinde değişik varsayımlara başvurmuş ve bu varsayımlarla tutarlı olan değişik sonuçlara ulaşmıştır. Örneğin tam rekabet ve fiyat esnekliği (özellikle ücret ve faiz esnekliği) varsayımına dayanan Klasik İktisat Teorisi ile, son yıllarda "Rasyonel Beklentiler Teorisi" diye adlandırılan teori devlete hiçbir ekonomik görev vermediği halde; eksik rekabet ve fiyat katılığı varsayımından hareket eden Keynesyen Teori, devlete çok sayıda önemli görevler yüklemiştir. Dolayısıyla sırf bilimsel yönden düşünüldüğünde; devletin ekonomik görevlerinin boyutları, dolayısıyla iktisat politikasının kapsamı; iktisat teorisinin gelişiminde aranmalıdır. İktisat teorisi olayların izahında, "gerçekçi" ve "güvenilir" olduğu ölçüde; devletin hangi nedenlerle, ne ölçüde ve ne gibi araçlarla ekonomik hayata müdahale edeceğini belirlemek mümkün olacaktır.
Ekonomik sistemlerle ilgisi yönünde ise, konu tamamen ideolojik değer yargısı ve tercihlerin etkisi altındadır.
Bilimsel tercih; eğer mümkünse, herhangi bir ön yargıya bağlı olmadan, bir ekonomik olayın unsurları arsındaki bağlılık ve ilişkilere uygun düşen ve bu bağlılık ve ilişkilerin zorunlu kıldığı tercihlerdir.
İdeolojik tercih ise; özel mülkiyete karşı olmak, ferdi girişimleri ve kâr elde etmeyi reddetmek vs. gibi önyargılarla sorunların tetkikine başlamak demektir. Ancak bir ideolojinin ortaya atılabilmesi ve taraftar bulabilmesi için; bilimsel temellere dayanması gerekir. Yani tıpkı bir teori gibi; bir ideoloji de açıkça belirtilmemiş olsa bile, belli varsayımlardan hareket eder.
İktisadın da siyasetin de ilk hareket noktası "ferdi tercihler"dir. Bu ferdi tercihlerin, "toplumsal tercihler"e nasıl dönüşeceği, "Ekonomik ve Politik" kurumsal yapıya bağlıdır. Ekonomik ve Politik kurumsal yapı, topluma hakim olan "ideoloji"ye göre belirlenir. Örneğin bu yapı bazı ülkelerde piyasa ve çok partili demokratik sistem olurken başka bir ülkede merkezi planlama ve tek partili bir dikta rejimi olabilir. İktisat teorisi, ancak bu toplumsal tercihler belirlendikten sonra işe yarar. İktisat politikası önerilerinin seçimi bu teorilerden hangisinin kullanılacağına ve bu teoriye göre oluşturulacak modele bağlıdır. İktisatçının önerdiği politikalar, uygulamaya konmadan önce bazen doğrudan bazen da dolaylı biçimde, yine ekonomik ve kurumsal yapının kontrol ve onayından geçmek zorundadır. Her öneri kendi ideolojik yapısı içinde bir sebep-sonuç ilişkisine dayalıdır. İktisat teorisi, belli bir ideolojik çerçeve içinde tesbit ettiği sebep-sonuç (nedensellik) ilişkisine göre iktisat politikası önerileri yapar.
İktisat teorisi ve iktisat politikası ilişkisi, çeşitli makro teoriler iktisat politikasının ; iktisat teorisindeki gelişmelere paralel bir gelişme gösterdiğini ortaya koymaktadır. Gerçekten de bir iktisatçı, ekonominin işleyişini ve bu işleyişi etkileyen unsurları ne kadar iyi tanırsa; belli amaçlara ulaşmak için ne gibi kararlar almak ve ekonomiye nasıl müdahale etmek gerektiğini de o kadar gerçekçi biçimde saptayabilir. Bunun için de ekonominin yapısını ve işleyişini belirleyen etkenleri, değişkenleri ve parametreleri olanaklar elverdiği ölçüde gerçek değerleriyle tanımak ve belirlemek gerekir.
İktisat politikasını belirleyen diğer bir etken ise, ekonomik sistemdir. Liberalizme ve özel mülkiyete dayalı "kapitalizm ile merkezi planlamaya ve kolektif mülkiyete dayalı sosyalizm arasındaki tartışma;bilindiği gibi üç temel noktada toplanmaktadır: 1)Etkinlik, 2)Optimalite, 3)Eşitlik.
Bu üç nokta, iktisat politikasının evrensel amaçlarıdır. Etkinlik ve optimalite kavramlarının kaynağı, rasyonel davranıştır. Yani üretim, bölüşüm ve tüketin konularında rasyonel davranmak mümkün müdür? Ekinlik, fertlerin üretim, bölüşüm ve tüketim konularında mümkün olan en iyi sonuçları elde edip edememelerini gösterir. Optimalite ise, bir toplumun tüm amaçlarından oluşan sosyal refah fonksiyonuna ulaşılıp ulaşılamadığını veya ne ölçüde ulaşıldığını gösterir.
Etkinlik, optimalite ve eşitlik bütün ekonomik sistemlerin temel amacıdır. kapitalist ve sosyalist sistemler, kendi iktisat politikalarıyla bu amaçlara çabuk ve daha kesin bir şekilde ulaşılacağı iddiasındadırlar.
Klasik İktisat teorisi ve klasik doktrin iktisat politikacılarını etkilemiş ve onların kararlarına yön vermiştir. Bunların başında Klasik teorinin ana felsefesi yer alır. Liberalizm adı verilen bu ekonomik felsefe, ekonomik sistemin kendi kendine, her hangi bir müdahale olmadan çok iyi işleyeceğini kabul eder. Bu görüşüm tesiri altında kalan iktisat politikacılarının amacı, sistemin serbest işleyişini önleyen ve rekabete mani olan engelleri ortadan kaldırmak olmuştur. Bu doktrinin, batı ülkelerinin çoğunda uygulamaya koyduğu ve iktisat politikası halinde ortaya çıktığı sık sık görülmüştür. Bundan başka , klasik para teorisi ile dış ticaret teorisi iktisat politikacılarının kararlarına tesir eden en önemli iki dal olmuştur.
Klasik teorinin iskeleti ve felsefesi iktisat politikasına yön veren değil, fakat iktisadi olayları pür teori içinde izah eden özelliktedir. 1936 yılından sonraki yıllarda, iktisadi düşünceye yön vermiş bulunan Keynes teorisi, bir çok hususlarda kendinden evvel gelenlerden ve bilhassa klasik teoriden ayrılır.
Keynes, iktisadi sistemin kendi kendine işleyen mükemmel bir mekanizmaya sahip olmadığını gösterir. İkincisi, bir çok meselede klasik teoriden ayrılan görüşler ileri sürer. Bu iki sebeple Keynes, iktisadi sistemin kendi kendine işlemesini sağlayacak şartların sağlanması ile değil, onun bozuk işleyişinin düzeltilmesi ile ilgilenmiştir: Daha açık bir ifadeyle, Keynes sistematik ve tutarlı bir iktisat politikası modeli kurmuştur.
İktisat politikası tedbirlerinin dayandığı teoriye göre farklı sonuçlar doğurabilir. Örneğin para politikası modeli eğer Klasik teorinin temel prensiplerine dayanıyorsa sadece "genel" fiyat seviyesinin kontrolünde yardımcı olabilir. Çünkü klasik teoride para miktarı reel gelir seviyesini değiştirmez. Para hacminin artması sadece fiyatlar genel seviyesini yükseltir.
Eğer para politikası Keynes teorisine dayanıyorsa başka bir nitelikle karşımıza çıkar. Keynes teorisinde parasal amiller reel sonuçlar doğurabilirler. Diğer bir deyişle, para hacminin büyümesi, bazı şartlarda, reel geliri ve istihdamı artırabilir. Böyle bir model içinde, kullanılmayan üretim gücü ve işsizlik bulunduğu zaman para politikası yoluyla reel sonuçlar almak mümkündür. Bu iki örnek, iktisat politikası modelinin, dayandığı teoriye göre nasıl değişiklikler arz edeceğini göstermektedir.
Ancak genel iktisat teorisi ve ona dayanan matematik modellerle iktisat politikası modelleri arasında önemli farklar vardır. İktisat teorisi modellerinde bir değişken "konsolide" bir değişken olabilir. Hükümet harcamalarında olduğu gibi. Fakat iktisat politikası modelinde bir değişken içindeki unsurları ayrı ayrı ele almak gerekir. Aksi halde modelin değişkenleri arasında yapılacak korelasyon ve regresyon hesapları ile bulunan sonuçları iktisat politikası kararlarını alabilmek için kullanmak güçleşir.
İktisat düşüncesi, yalnızca içinden kaynaklandığı inançları, değerleri ve kaygılarını yansıtmıyor, aynı zamanda bunların biçimlenişlerinde, insan davranışları ve kurumsal yapıları etkileyişlerinde de önemli rol oynuyor. Yani iktisatçı, varsayımlarını geliştirirken, topluma hakim olan dünyaya bakış biçimlerinden etkileniyor, sonra da toplum üzerinde bu biçimlerin hakimiyetini pekiştirecek yönde bir etki yapıyor. Bu etki, kısmen, iktisat politikaları kanalıyla, kısmen de iktisatçının toplumun "kendini anlamasına" yaptığı katkı yoluyla gerçekleşiyor.
İktisatçıların , özellikle iktisat politikası önerileri geliştirirken, iki temel soruya cevap vermek durumunda kaldıklarını görüyoruz: "İnsan ne ister?", “ihtiyaçları nelerdir?” ve "insan isteklerini nasıl gerçekleştirir?"
İktisat politikalarının insan ihtiyaçlarını en uygun biçimde gerçekleştirmek amacıyla geliştirildiklerini düşünürsek, bütün iktisat politikası önerilerinde cevap verilmesi gereken nihai sorunun, "insan ne ister?" sorusu olduğunu söyleyebiliriz.
İnsanların isteklerini nasıl gerçekleştirdikleri sorusu, yalnızca belirli bir amaca ulaşmak için seçilebilecek araçların hangilerinin meşru ve istenilir bulunacakları konusunu değil, araçlarla ilgili bilginin niteliğini de gündeme getiren bir sorudur. Bununla ilgili olarak rasyonalite varsayımının iki yönlü bir varsayım olduğunun anlaşılması önemli. Bu varsayım, yalnız insanların kişisel çıkar dürtüsü temelinde hareket ettiklerini değil, aynı zamanda amaçlarına ulaşabilmek, çıkarlarını maksimize etmek için seçebilecekleri en uygun yöntemin ne olduğunu tam olarak bildiklerini ileri sürüyor.
X. OPERASYONEL İKTİSAT
Operasyonel iktisat tüm insanlar, toplumlar ve ekonomiler için iktisat biliminin çözümler veya reçeteler sunmasının mümkün olmadığını vurgulamaktadır. Bunun dayandığı basit ilke sunulan çözümlerin ancak sunuldukları sorunun çözümüne yaradıklarıdır. Operasyonel iktisat dinamik bir yaklaşım olup, sosyal bilimlerde değişimin kaçınılmaz olduğunu, değişime ayak uydurulmasının gerekliliğini benimsemektedir.
O halde iktisat politikalarının her ülkede aynı geçerlilik oluşturacak politikalar olmadıklarını içtenlikle belirtebiliriz. Örneğin, ABD için enflasyon %2 civarında gerçekleşmekte ve bu enflasyon kısıtı içersinde iktisat politikaları oluşmaktadır. Ancak bu enflasyon kısıtını dikkate almadan aynı iktisat politikalarını, Türkiye için uygulamaya koyduğumuzda olumlu sonuçlar almamız mümkün değildir.
İktisat teorilerinin yol gösterici ekonomik çözümler üretebilmesi, ancak o ülkeye ait gerçeklerin, ekonomik verilerin dikkate alınması ile mümkündür. Kurulacak ekonomik modellerin genel olmasından ziyade, o ülkeye ait gerçekleri içeren bir model olması ile ancak hedeflenen sonuçlara ulaşılabilir. Operasyonel iktisat sözkonusu ekonomide meydana gelen sorunları, genel iktisat modeli çerçevesi içersine yorumlayarak o ekonomi için gerekli iktisat politikasını oluşturmaktadır. Ülkelerin ekonomik ve toplum yapısı anlayışları farklılık gösterir. Bu ülke için geçerli çözüm modelleri diğer ülkelerin gerçeklerinden uzaktır. O halde iktisatçılara düşen görev, toplumun beklediği şekilde iktisadi problemlere çözüm üretmektir. Böyle bir iktisat politikası , üretmek için şu süreçleri takip etmek gerekir:
-Genel iktisat teori ve politikalarının bilinmesi; İktisat teorisi genel olmasına karşılık çeşitli ülkelerde farklı iktisat politikaları uygulanmaktadır. İktisadi modellerin oluşturulması ise her şeyden önce iktisat teorilerinin çok iyi bilinmesiyle mümkündür.
İktisat teorilerini bilmenin yanında, bu konuda dünya literatüründe yapılan çalışma ve uygulamaların da çok iyi takip edilmesi gerekir. Bunun için araştırıcı veya iktisatçı teorisyeni çok iyi bir yabancı dile sahip olması gerekir. Bu çalışmanın sonunda herkesin kendi ülke şartlarını dikkate alan iktisat politika ve modelini oluşturması mümkündür.
-İktisat felsefesinin oluşturulması; Yukarıda belirtilen düşüncenin gerçekleştirilebilmesi, iktisat felsefesinin yapılması ve anlaşılması ile mümkündür. Bu nedenle, iktisat felsefesinde düşüncenin önemi büyüktür.
-Ortaya bir metod koymak; İktisat felsefesi yapmak ortaya konulacak bir metod çerçevesinde olur. İktisat felsefesinin oluşturulmasına bilimsel bir süreç olarak değerlendirdiğimizde, öncelikle bili, felsefe ve teorinin öğrenilmesi gerekir.
İktisatçı bilimi bildiği ölçüde bilim adamıdır. Eğer bilimi bilmiyorsa iktisat teorisini oluşturması, düşünce alanına aktararak ortaya bir metod koyması beklenemez.
Bu bağlamda da, operasyonel iktisat toplumun yapısına uyan iktisat biliminin ve politikasının önemini savunmaktadır. Buna göre, toplumun yapısından hareketle oluşturulacak iktisat bilimi ve politikası sahip oldukları operasyonel özellik sayesinde toplumun yararına işletilen bir iktisat bilimi ve politikası sağlamış olacaktır. Operasyonel iktisat tarafsız, saplantısız ve bağlantısız yaklaşımı ile bilinen tüm iktisat teori ve politikalarını inceleyen, toplum yararına olanlardan istifade eden bir iktisat bilimi yaklaşımıdır. Kısacası operasyonel iktisat; kuvve'den fiiliyata geçiştir.
XI. POSTMODERNİZM
Modern kelimesi ilk olarak Latince modernus biçimiyle 5.yüzyılda Romalı ve Pagan geçmiş ile Hıristiyan dönemi ayırmak için kullanıldı. İçerikleri sürekli değişse de modernlik hep bir eskiden yeniye geçiş olarak algılandı. Bazılarına göre ise modernlik, Rönesans ile sınırlanır. Aslında bu çok dar bir tanımdır; zira Avrupa'da modern terimi, hep yeni bir dönem bilincinin, antik çağlarla kendisi arasında yeniden gözden geçirilmiş bir ilişki kurduğu dönemlerde ortaya çıkmaktaydı; hatta bu dönemlerde, hep antik çağ, belli bir takım taklitlerle yeniden oluşturulması gereken bir model olarak görülmekteydi.
Modern diye kabul edilen ürünlerin ayırdedici özelliği yeni olmasıdır; bir sonraki stilin yeniliği ile onun modası geçecektir. Ama modaya uygun olanın kısa zamanda modası geçse de, modern olan, klasikle gizli bağını hep sürdürmüştür. Doğaldır ki, zamana karşı dayanan ne olursa olsun daima klasik olarak değerlendirilmiştir. Ama, açıkça modern olan belgeler, bir klasik olma gücünü, geçmiş bir dönemin otoritesinden almıyorlar; tam aksine, modern bir çalışma, bir zamanlar gerçekten modern olduğu için klasik oluyor. Modernlik anlayışımız, kendisine ait klasik olma ölçüsünü yaratıyor. Bu durumda, klasik modernlikten bahsediyoruz. Modern ve klasik arasındaki ilişki, sabit bir tarihsel referans noktasını tamamen yitirmiştir. Modernlik, geleneğin normalleştirici fonksiyonlarına karşı bir baş kaldırıdır. Modernlik normatif olan her şeye karşı isyan deneyimi ile yaşar.
Postmodernizm, post önekinden de anlaşılacağı üzere bir sonralık, bir aşmışlık, bir başkaldırı boyutu taşımaktadır. Hatta genel yapı itibari ile bir tanıma indirgenemeyecek bir karmaşıklığa, düzensizliğe sahipse de öncelikle modernlikle bir hesaplaşma, onu aşma, belki de ondan öncesini barındırma özelliklerine sahip bir akımdır. Tarihsel olarak bakıldığında, postmodernizm, askeri ve iktisadi Amerikan hakimiyeti akımının üstyapısal ifadesi yada en azından Avrupa-merkezciliğinin sonu olarak görülebilir. Bu iddiada doğruluk payı bulunmakla birlikte böyle bir dönemselleştirme mutlak değildir. Zira modernlik Eflatun'a kadar götürülebiliyorsa, postmodernlik de Sofistlere kadar bağlanabilir. Bu bakış açısında da modern-postmodern ayırımı daha çok felsefi veya metafizik bir ayırım olarak kalmaktadır.
Postmodernizme bir bütünlük, birlik kazandırmak imkansızdır. Heterojenlik, çokseslilik, bölünmüşlük kadar, bunların beraberinde getireceği yanlış anlamaları, yanılgıları da onaylayan ve geniş bir meşruluk zemini oluşturan bir tavırdır. Katı yaklaşımların oluşturduğu ideolojik kalıplara karşı olan postmodernist akım, bilgi kuramını tekdüzelikten ve katılıktan kurtarıp daha hoşgörülü ve açık hale getirme uğraşıdır. Postmodernistler hiçbir şeyin kesin ve tam olarak bilinemeyeceğini, ilerleme fikrinin hiç bir şeklinin savunulamayacağını ve ekolojik kaygıların öneminin giderek artığını vurgulamaktadırlar.
Postmodernizmin gözle görülür bir yapıya büründüğü, belki de en kesin çizgilerle ayrımının belirginleştiği alan mimarlıktır. Geleneksel mimarlığın dogmatizmine karşı çıkış olan modern mimarinin kendisi de zamanla bir dogma halini almıştı. Modern mimari, süslemeden, tarihsel göndermelerden arındırılmış, soyut formlar üzerine kurulu, işlevsellik ve teknolojinin gereği olma amaçlarına sahip bir mimarlıktır. Modern mimari, positivist bir bakış açısıyla tarihi, irrasyonel geçmiş ve rasyonel gelecek diye ikiye bölüyordu. Postmodernizme göre modernlik, bitmiş bir mükemmellik, netlik, kesinlik ve çelişkisizlik arayışıdır. Modernizm, mimariyi toplumu düzene sokmak için bir araç olarak görüyordu; sonuçta ise, çirkin çağdaş kentler, beton yığınları çıktı ortaya.
Postmodernizm ile çoğulculuğun kapısı açıldı; tarih, gelenek içeri alındı. Bunun yanına ilkesizliğin ilke olarak benimsenmesi de eklenince, ortaya kurallarla oynayıp zenginleştirmeye dayalı bir yaratıcılık, demokratik bir perspektif genişliği çıktı. Postmodernizmde, sıradan olandan, karmaşadan, hatta gündelik hayat görünümlerinden korku duymayan bir rahatlık sözkonusudur. Böylece, kahraman, kurtarıcı, topluma biçim verici önderlik hegemonyasının egemen olduğu bir imaj yerine, oportünist veya alçakgönüllü, toplumun haklı veya haksız olmasını sorgulamakla görevli olmadığının bilincinde, "ya öyle ya böyle"cilikten, "hem öyle hem böyle" mantığına geçmiş, çoğulcu bir ahlak anlayışını savunan bir bakış açısı belirginleşir. Popülist kültüre bir kirlenme olarak bakan modernist perspektife zıt olarak, post modernizm komplekslerden sıyrılmış, tarihe ve halka önem veren, "istediğini yap" tavrına sahip bir anlayıştır.
Postmodernizmin en revaçta görülmeye başladığı yıllar, sanayi sonrası toplum, bilgi çağı, iletişim ideolojisi, gibi kavramların da ortaya çıkışı ile çakışıyor. Artık bilime teknoloji öncülük ediyor. Cümlelerin kodlanabilen, deşifre edilebilen, mesajlara indirgendiği, dilin basitleştirme ve saydamlaştırma çabalarıyla teknolojinin bir aracı haline geldiği bir bağlamda, bu yeni çağda dilin yeri de büyük değişikliğe uğruyor. Bilgi, bir enformasyon yığını olarak görülmeye başlanıyor.
Modernlikte bilimin iki temel işlevi olduğu söylenebilirdi. İlki bilimin insanlık yada halk adına yapıldığı savının çevresinde öbekleşen anlayış. Buna göre bilim insanların eşitlikçi şekilde mutluluğunu sağlamaya yönelik bir araç olarak görüldü. İkinci ekol ise, bilimin bilim için yapıldığı, onun spekülatif evrensel bir oluşum olduğunu iddia eden yaklaşımdır. Yavaş yavaş bu iki anlayışında gerçeği pek yansıtmadığı görülmeye başladı. Bilimin kendi başına mutluluk veya eşitlik sağlamadığı ortaya çıktı önce. Eğitim alanında da aydınlanmış, vatandaşlık bilincine sahip insanlar yetiştirmek, savaşları önlemek gibi soylu amaçlar giderek gözden düştü. İdeallerin yerini giderek daha iyi bir meslek sahibi olmak yada beceri elde etme özlemi alıyor. Üniversitelerde feodal disiplin ayrımları yavaş yavaş ortadan kalkıyor. Daha genelde, cahillikten suçluluk duyanlar pek çıkmıyor artık. İlk bakışta Amerikanlaşma olarak adlandırılabilecek olan bu yaklaşım, modernliğin çıkmazı olarak da görülebilir.
Modernizmin bunalımı ile birlikte, insanlık, ulus, halk, vatan, ploreterya, v.s. gibi tinsel bir değeri vücuda getiren bir özne ile kendini özleştirerek yada böyle bir varlıktan yola çıkarak düşünen ve hareket eden "aydın"ın ölümü, hiç değilse, evrensellik, tümellik, bütünsellik fikri kadar özne ideolojisinin de darbe yediği bir ortamda, bir daha gelmemek üzere aydının iktidarının sonunu getirecek gibi görünüyor.
Postmodernizm, modernliğin melankolisi veya sinik eklektizmden öte, bütünlük baskısından, bir üst-söylemin otoritesi altında senteze varma baskısından kurtularak, daha da ileri gitme isteği; eşitlikçi anlatının ve sistem teorisyenlerinin konsensusa varma çabalarını, sağlam, istikrarlı düzen arayışlarını reddeden bir tavır. Her tartışmanın sonu, anlaşma veya uzlaşma değildir artık. Dogmacı ve positivist pragmatik baskıya karşı önerilen, paradoks ve çatışmaların içselleştirildiği bir mantık.
Modernlik temelinde, devlet ile toplumun, akılcı doğal hukuk ile siyasal ekonominin, bilme ile inanmanın ayrıştırılmaları ve sınırlar koyma ve sınırları tanıma projesidir. Modernizmde ayrıştırma yanında bu ayrılıklar korunur. Örneğin, bilim, felsefe ve sanat arasında keskin çizgiler vardır. İşte postmodernizm, mevcut sınırları, duvarları ayırımları tanımayan bir yapıdır.
Modernizm, toplum ile kültürün ayrışmasına yol açmıştır. modernist kültür, akılcı yaşamın ahlaki temelleriyle taban tabana bir uyumsuzluk oluşturur. Kültür, bu modern biçiminde, ekonomik ve idari zorunlulukların baskısı altında rasyonelleştirilen gündelik hayatın alışılmışlığına ve erdemlerine karşı nefret hissi uyandırmaktadır. Uzmanlığın ve işbölümünün belirginleştiği modernist akımda, kültürün her alanı, problemlerin uzmanların işi olarak ele alınabildiği kültürel mesleklere göre ayarlanabilirdi. Kültürel geleneklerin profesyonellik alanlarına bölünerek ele alınışı, kültürün her üç boyutunun da (bilim, ahlak ve sanat) esas yapılarını ön plana çıkartır. Böylece her biri bu belirli alanlarda mantıklı olma konusunda diğer insanlardan daha usta görünen uzmanların denetimi altında, bilim, ahlak ve sanat dallarında aklın yapıları ortaya çıkar. Sonuç olarak uzmanların kültürü ile daha geniş olan toplumun kültürü arasındaki mesafe giderek artar. Uzmanlaşmış yaklaşım ve düşünce yoluyla kültüre dahil edilen şeyler, hemen ve zorunlu olarak gündelik hayata mal olmazlar. Bu türden bir kültürel rasyonelleşme sonucu, gelenekselin zaten değerden düşürülmüş olduğu bir kültür dünyasının giderek daha yoksullaşması ortaya çıkar. 18.yüzyıl aydınlanma filozofları tarafından formüle edilen modernlik projesi, nesnel bilimi, evrensel ahlak ve yasayı ve kendi iç mantığı çerçevesinde sanatın özerkliğini geliştirme çabalarından oluşuyordu.
Modernliğin başarısızlığı belki de, hayatının bütünlüğünü, uzmanların kesin etkisine terkedilmiş alanlarla parçalamasıydı. Modern estetiğin sorduğu soru "güzel nedir?" değil "sanatsal olan nedir?" sorusudur. İktidar siyasi bir partinin elinde bulunduğunda, gerçekçilik, deneysel öncü sanatçı veya bilim adamları üzerindeki zaferini iftira ve yasaklama yoluyla elde eder. Ancak yine de partinin istediği, seçtiği ve uygun gördüğü anlatı, imaj ve formları talep edecek bir izleyici kitlesine ihtiyaç vardır. Sanatsal denemelere karşı saldırı politik merci tarafından yürütüldüğünde tamamıyla gericidir: estetik yargı, şu yada bu yapıtın, güzelin yerleşik kurallara uygunluğu üstüne karar vermekten başka birşey yapmaz. Yapıtın, kendini bir sanat eseri kılan özelliklerde ve amatörlerle buluşabilme olasılığından kaygılanması gerekliliğinin yerini, yapıtları ve alıcıyı bir defada ve her zaman için önceden belirleyen ve bunları empoze eden otorite alır.
İktidar sermayenin elindeyse, transavangardçı yada postmodern çözüm, anti-modern olandan daha elverişli görülüyor. Eklektizm çağdaş kültürü oluşturuyor: Reggea dinleniyor, western seyerdiliyor, öğlen Mc.Donald'da yeniyor, akşam yerel mutfakların tadına bakılıyor... Postmodernizm de "ne olursa olsun"culuk ve gevşeklik, rahatlama hakim.
Aslında postmodernizm, çok farklı yakıştırmalarla anlatılabilir. Bu tanımlamarda da, tanımı yapanın dünya görüşü ve normatif değerleri bu farklılıkların temelini oluşturur. Bazılarına göre postmodernizm, tarihin bitişiyle, klasik modern ikileminin sona ermesi ve bunların ötesinde bir aşmışlık anlayışı olarak yorumlanabilirken, bazılarına göre sadece bir başka sanatsal akım; bazılarına da göre, kapitalizmin kendini yenileme, ömrünü uzatma çabasında bulduğu yeni bir kurtarıcı el; bazılarına göre ise post-endüstriyel veya tüketim sonrası toplumun üstyapısını oluşturan bir fiili durumdur. Postmodernizme yüklenebilecek değer veya önem değişebilse de, modernist bakış açısı, kısıtlayıcı ve insani özellikleri yansıtıcı yapısıyla artık tükenme, en azında eleştirilme noktasına gelmiştir.
XII. BİLGİ TOPLUMU
Sanayi toplumu ile insanlığın geçirdiği dönüşüm süreci sonucu bilgi toplumuna ulaşılmıştır. 20 yy.'ın son çeyreği bu dönüşümün başladığı yıl olmuştur. Teknolojiye dayalı olarak şekillenmeye başlayan bilgi toplumunun itici gücünü bilgi ve bilgiyi işleyen bilgisayarlar oluşturur. Teknolojideki gelişmeler beraberinde bilgi patlaması oluşturarak bilgi toplumuna gidişi inanılmaz ölçüde hızlandırmış bulunuyor.
Nasıl ki sanayi toplumuna geçişin motoru olma işlevini buharlı makinalar üstlenmiş ise, bilgi toplumuna geçişi de bilişim teknolojisinin temelindeki bilgisayarlar gerçekleştirmiştir. Bilginin sistemli olarak düzenlenmesi, işlenmesi, iletilmesi gerektiğinde yeniden ulaşılabilmesi ve kullanılması bilgisayarlar sayesinde gerçekleşmektedir.
1. BİLGİ TOPLUMUNUN TEMEL ÖZELLİKLERİ
Bilgi toplumunda bileşim teknolojisi sayesinde bilgi üretimi önem kazanacaktır. Bilginin temel özellikleri sürekli üretilebilmesi ve artış göstermesi iletişim ~ ağları içinde taşınabilir, paylaşılabilir olması ile emek-sermaye ve toprağı ikame edebilmesi şeklinde özetlenebilir.
Bilgi toplumunun ilk dönemlerinde nitelikli iş gücü ön plana çıkmaktadır. Nitelikli insandan ise ileriki dönemlerde bileşimci bilgiye kayma durumu vardır.
- Bilgi toplumunda maddi mallar yerine bilgi kullanılarak bilginin üretilmesi ön plana geçer.
- Bileşim teknolojisine bağlı olarak kullanıcının üretebildiği artmakta ve bilgi birikimi sağlanmaktadır.
- Birikmiş bilginin snerjik etkisi bilgi üretimi ve bilgiden yararlanmayı hızlandırmaktadır.
- Sonuçta ekonomik yapı, sanayi toplumunun mübadele ekonomisinden bilgi toplumunun snerjik ekonomisine dönüşmektedir.
- Bilgi toplumunun, insanın kendi kendine kontrol ve sosyal katkısına dayalı değerler üzerine kurulmuş olduğu ve globalleşme ruhu içinde, birlikte uyum içinde yaşayacağı görüşü ileri sürülmektedir.
2. BİLGİ TOPLUMUNDA SOSYO-EKONOMİK GELİŞME
2.1. Bilgi Alt Yapısı
Sanayi toplumunda altyapının temel alanları, doğal, maddi, kurumsal ve personel alt yapısına bilgi toplumunda bilgi ağını altyapı unsuru olarak ilave etmekteyiz. Bilgi altyapısı bilgi teknolojisinin bilgiyi toplamak, iletmek, işlemek, değerlendirmek, dağıtmak ve yaymak için oluşturduğu sistemi oluşturur. Bu sistemde bilgisayar donanımları en büyük yardımcıdır.
2.2. Bilgi Aktarımı
Bilgi ağı sistemi içerisinde yer alan bilgiler ekonomik birimler tarafından talep edilmektedir. Bilgi aktarımı teorik ve pratik bilginin buna ihtiyaç duyan her türlü üretici, tüketici, özel ve kamusal ekonomik birimlere yönelik akışı ile uzmanlık, danışmanlık, satış ve satış sonrası hizmetlerle birlikte pazarlama şeklindeki bilgi aktarımlarını birlikte kapsamaktadır.
Bilgi sektörü dışındaki tarım, sanayi, hizmetler ile bilgi sektörünün bizzat kendisinde etkinlik ve verimliliğin artması bilgi sektörünün bilgi altyapısı içinde üretilen bilimsel bilginin kullanımına bağlı olmaktadır.
2.3. Farklı Sektörlerde Bilgi Kullanımı
Bilimsel ilginin tarım sektöründe kullanılması ile biyo-teknolojideki gelişmelere paralel olarak tarımsal evrimi gerçekleştirmesi beklenmektedir. Mesleklerde, hızla yenilenen bilgi ve uzmanlığa dayalı yeni bir iş bölümü oluşacaktır.
2.4. Mekansal Yapı
Bilgi üretimin evlerde gerçekleştirilmesi ile çevreyi daha az kirletmesi iletişim teknolojisindeki gelişmeler, ekonomik faaliyetlerin belli kuruluş yerlerinde değil iletişim ağı sistemlerinde yoğunlaşacağı belirtilmektedir.
Üniversite ve araştırma kurumları çevreye yönelik olumlu etkileri nedeniyle bilgi toplumunun bacasız sanayileri olarak kaliteli bir çevre oluşturmaya katkıları olacaktır.
Bilgi toplumunda sınıf farklılığının azaltılması, gelirin daha adil dağıtılması beklenmektedir.
3. BİLGİ TOPLUMUNDA SOSYO-EKONOMİK GELİŞMENIN ÇEVRESEL UNSURLARI
3.1. Sosyal Sistem
Bilim toplumunda maddi ürünler sorun olmaktan çıkacak, bilim üretimi insanların kendini kanıtlama yeteneğini geliştirme ve kendini gerçekleştirme aracı olacaktır. Bireyin tutum ve davranışlarını gelecek beklentisi belirleyeceği için, bilgi toplumunda bilim üretiminin etkisi daha çok ileri besleme şeklinde işleyecektir.
Meslek sahibi, öğrenilmiş bilgi ile yetinmek yerine sürekli yenilenmek zorunda olan meslek bilgisi ile karşılaşır. Soyut düzeydeki bilimsel bilgi yerine, bu bilgiyi kullanabilme yöntem ve yeteneğini araştırmaya yönelir.
3.2. Politik Sistem
Belli amaçlar ile bir araya gelmiş gruplar politikada bizzat belirleyici rol oynarlar. Bilgi toplumunda bürokrasinin azalmasına paralel olarak kamuda çalışan personel sayısı da azalacaktır. Kurulacak bilim bankaları sayesinde bilgiye doğrudan ulaşılması da bu azalmayı onaylayacak, merkezi bürokrasi küçülecektir.
Politik ve ekonomik gücün yerine, geniş ölçüde organizasyon, katılım ve bilgi gücü geçecektir.
3.3. Kültürel Sistem
Bilgi toplumu uzlaşma, hoşgörülü çoğunluk ve katılımın daha da artacağı bir sistemdir.
İnsanlar arasındaki çatışmada zıtlaşmaların çoğunun bilgi eksikliğinden kaynaklandığı bilinmektedir.
4. BİLGİ TOPLUMUNDA EKONOMİK SİSTEM
Bilgi toplumu yeni meslek grupları, yeni üretim ilişkileri ve yeni sosyal yapıları ile yoğun olarak bilginin üretildiği bir ekonomik sistem olarak ortaya çıkacaktır. Bilim toplumunda birey ve girişimciyi bilgi üretmeye yönelten temel motif, kendini kanıtlama ve gerçekleştirmeye yönelik başarı olacaktır.
Sistemin temel karakteri yeniliktir. Ekonomik sistemi ise "Yenilikçi Piyasa Ekonomisi"dir. Bireyin yetenek ve başarısını ön plana çıkarttığı için özgürlükçü, toplumsal dengeleri ve gönüllü kuruluşları bünyesinde barındırdığı için sosyal, çevreye zarar vermediği için ekolojik, bilgi teknolojisini baz aldığı için de yenilikçi bir özelliğe sahip olacaktır.
Sonuç olarak; 21. yy.'da insanlığın ulaştığı süreç bilgi toplumu olarak adlandırılmaktadır. Bununla beraber hakkında çok şey söylenen bilgi toplumunun çerçevesi tam olarak netleşmemiştir. Kimine göre bilgi toplumu dünya refahım maksimize eden, doğal kaynakların adil bölüşümünü sağlayan yaşanabilir bir çevre vaat eden, kültürel ve politik yozlaşmayı ortadan kaldıran ve daha da önemlisi insan mutluluğunu maksimum yapan bir süreçtir. Buna karşılık bilgi toplumunu farklı yorumlayan bir kesimin varlığı da dikkate alınmalıdır. Buna göre kapitalizmin ulaştığı zirvede bilgi toplumu, kapitalizmin yeni bir versiyonu ve sömürü aracıdır. Kısaca bilgi toplumu "Politik bir versiyondur".
Biz yorumumuzu kapitalizm üzerine yoğunlaştırmak istiyoruz. Bilgi toplumu politik bir versiyon olarak ortaya çıkmıştır. Son derece basit bir şekilde ve piyasa mekanizması çerçevesinde, pazar güçlerinin maksimum bir kar için toplumu bilgilendirme ve yönlendirme sürecidir.
Batılı anlamda bilgi toplumu ütopik, ulaşılması zor bir hedef değildir. O olayı basitçe ifade eder; bu ise satın alınacak mal ve hizmetler için hedef kitleyi bilgilendirme amacı güder. Bilgilendirmede iletişim teknolojisi ve bunun da önünde medyaya büyük sorumluluklar düşmektedir. Firma çıkarlarım (mal ve hizmet üretimi de dahil) maksimum yapma işlevi, büyük ölçüde kamuoyunu bilgilendirme ve yönlendirme ile ortaya konulur. Hedef kitleye hitap edilerek, satılacak mal ortaya konulur. Ancak ortaya konulan bu malın farklı boyutlarda tanıtımı yapılır. Eğer parayı elinde bulunduran tüketiciler medya ile bilgilendirilebiliyorsa, kültür düzeyi ne olursa olsun o kitlenin yönlendirilmesi sağlanır. Örneğin piyasaya yeni sürülmüş son model bir arabanın tanıtımı için o arabayı satın alabilecek güce sahip olanlar bilgilendirilir. Burada tüm toplumun bilgilendirilmesi söz konusu değildir.
Bilgi toplumunda sürekli bir bilgi üretimi söz konusu ise ülkelerinde bu üretime herhangi bir şekilde katkı sağlaması gerekir ki diğer ülkelerce üretilen bilgide azami fayda sağlansın. Ülkelerin bilgi üretmeyip, başka ülkelerce üretilen bilgiyi kullanmaları, arzulanan gelişmişlik düzeyleri ve dünya kaynaklarının adil kullanımına ters düşer. Günümüzde bile otomobil teknolojisinde kullanılan bilgiyi üretenler, üretimi başkalarına yaptırarak hammadde - insan gücü ve çevre maliyetini başkalarına yüklemekte diğer bir ifade ile söz konusu bilgiye sahip olmayanların sırtından geçinmektirler.
Adı konmamış sömürü düzeninin bilgi toplumu ile ortadan kaldırılması ütopik bir hayal gibi görünmektedir. Bazılarının anladığı gibi bilgi toplumu ile tüm toplumun bilgi-kültür düzeyinin yükselmesi, tüm insanlığı bilgi ile sarıp onun bilgilendirilmesi mümkün değildir. Bilgilerin derlenmesi ile oluşturulan pramid'de, pramidin zirvesindeki bilgilere sahip olmak için tabandaki bilgilere sahip olmak gerekir. Bilgi tabanına sahip olmadan tepedeki bilgileri kullanmak nasıl mümkün görünmüyorsa gelişmekte olan toplumların da aynı bilgiyi kullanmaları hayal gibi görünmektedir.
KAYNAKÇA
AÇIKGENÇ Alparslan, "Bilgi Felsefesi", İnsan Yayınları, İstanbul, 1992.
AKARSU Bediâ, Felsefe Terimler Sözlüğü, İnkılap Kitabevi, 5. Baskı, İst.,1994.
ARSLAN Ahmet, "Felsefeye Giriş", Vadi Yayınları, İst., 1994.
ATADEMİR Hami Ragıb, Filozoflara Göre Felsefe, Atademir Yayınevi, Konya, 1947.
BARBER William J., "İktisadi Düşünce Tarihi", Şule Yayınları, (Çev: İhsan Durdu),
İstanbul,1995.
BARNES Barry, Bilimsel Bilginin Sosyolojisi, Vadi Yay. 199.
BUĞRA Ayşe, "İktisatçılar ve İnsanlar", Remzi Kİtapevi, İstanbul, 1989.
BULUTAY Tuncer, Bilimin Niteliği Üzerine Denemeler, Mülkiyeliler Birliği Vakfı Yayınları,
Ank. 1986.
CAPRA Fritjjof, Batı Düşüncesinde Dönüm Noktası, İnsan Yayınları, İst., 1992.
CHALMERS Alan, "Bilim Dedikleri", Vadi Yayınları, 1994.
DEMİR Ömer, "Bilim Felsefesi", Ağaç Yayıncılık, İstanbul, 1992.
DEMİR Ömer, "İktisatta Yöntem Tartışmaları", Vadi Yayınları, Ankara, 1996.
DEMİR Ömer, "Kurumcu İktisat", Vadi Yayınları, Ankara, 1996. ,
DESCARTES, Felsefenin İlkeleri, (Çev: Mehmet Karasan), Milli Eğitim Basımevi
DİNÇER Ömer, "Stratejik Yönetim ve İşletme Politikası", Timaş B.Y.T. Ltd.İstanbul, 1992.
DOĞAN D.Mehmet., "Büyük Türkçe Sözlük", Birlik Yayınları, Ankara, 1992.
DRUCKER Peter P., Yeni Gerçekler, Türkiye İş Bankası Yayını, Ank. 1992.
DURA Cihan, Bilgi Toplumu, Kültür Bakanlığı Yayını, Ank. 1990.
DÜĞER İ.Hakkı, "Bilim Üzerine Birkaç Söz", Kütahya İ.İ.B.F. Yıllığı, Kütahya, 1991.
EREN Erol, İktisatta Yöntem, Ezgi Yayınevi, Bursa, 1994.
EREN Erol, İşletmelerde Stratejik Planlama ve Yönetim, İ.Ü.İşletme Fak.İİE Yayını, İstanbul,
1990.
ERKAN Hüsnü, Bilgi Toplumu ve Ekonomik Gelişme, İş Bankası Yayınları.
FEYERABAND Paul., "Bilim Kilisesi", Pınar Yayınları, İstanbul, 1991. FRİEDMAN Milton,
"Kapitalizm ve Özgürlük", Altın Kitaplar Yayınevi, (Çev: DoğanErberk-Nilgün
Himmetoğlu),İstanbul, 1988.
FEYERABEND Paul, Özgür Bir Toplumda Bilim, Ayrıntı Yay. İst. 1991.
FEYERABEND Paul, Yönteme Hayır. Ara Yay., İst., 1991.
GORZ Andre, "İktisadi Aklın Eleştirisi", (Çev: Işık Ergüden), Ayırıntı Yayınları, İstanbul, 1995.
GORZ Andre, iktisadi Aklın Eleştirisi, Ayrıntı Yay. İst. 1995.
GÖKBERK Macit, Felsefenin Evrimi, MEB Yayınları, Düşün Dizisi: 2. Milli Eğitim Basımevi,
İst., 1979.
GUENON Rene, Niceliğin Egemenliğine Çağın Alametleri, İz Yay., ist., 1990
GÜRDOĞAN Ersin., "Kirlenmenin Boyutları", İz Yayıncılık, İstanbul, 1993. GÜRDOĞAN
Ersin, "Kültür ve Sanayileşme", İz Yayıncılık, istanbul, 1991. HOODBHOY Pervez, "İslam ve Bilim", (Çev: Eser Birey), İstanbul, 1992.
GÜRİZ Adnan, Kapitalist İdeoloji Üzerine Bir İnceleme, Siyasal Kitabevi, Ank. 1995.
GÜVENÇ Bozkurt, İnsan ve Kültür, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1979.
HAYEK Friedrich A., Kanun, Yasama Faaliyetine Özgürlük, (Çev: Atilla Yayla) İş Bank.,
Yay., Ank., 1994.
HAZARD Paul, Batı Düşüncesindeki Büyük Değişme, Tur Yayınları, İstanbul, 1981.
İNSEL Ahmet, İktisat İdeolojisinin eleştirisi, Birikim Yay. İst. 1993.
KAZGAN Gülten, "İktisadi Düşünce Veya Politik İktisadın Evrimi", Remzi Kitapevi, 5.
Baskı, İstanbul, 1991.
KEAT Russel - URRY John, "Bilim Olarak Sosyal Teori", (Çev: Nilgün Çelebi), İmge
Yayınları, Ankara, 1994.
KUHN S.Thomas, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, Alan Yay. İstanbul, 1991.
KURTULMUŞ Numan, "Sanayi Ötesi Dönüşüm", İz Yayıncılık, İstanbul, 1996.
KUTLUER İlhan, Modern Bilimin Arka Planı, İnsan Yay. İst. 1985.
KÜYEL, Türker-TEKELİMübahat, Felsefeye Giriş, MEB Devlet Kitapları, Ankara, 1993.
LANDES David S., "Kapitalizmin Doğuşu", İnsan Yayınları, (Çev: Süleyman E. Gündüz),
İstanbul, 1995.
LOVRET J. Fredrick, Japon Gücünün ve Stratejisinin Sırları, Dharma Yayınları, İstanbul,
1993
MAGGEE Brayn, Yeni Düşün Adamları, Basımı Hazırlayan, Mete TUNCAY, MEB Yayınevi,
İstanbul, 1979.
MEYDAN LAROUSSE, Bknz. Felsefe Karşılığı, Büyük Lügat ve Ansiklopedi, Sabah
Gazetesi Yayınları.
ÖZEL Mustafa, "Birey, Burjuva ve Zengin", İz Yayıncılık, İstanbul, 1994.
PARASIZ İlker, "Monetarizm ve Ünlü Monetarist ve Keynesgil İktisatçılarla Söyleşiler",
Ezgi Yayınları, 2. Baskı, Bursa, 1996.
RIFKIN Jeremy – HOWARD Ted, Entropi: Dtünyaya Yeni Bir Bakış, Ağaç Yayıncılık, İst.,
1992.
ROBİNSON J., "İktisadi Felsefe", (Çev: Mehmet Tomanbay), Verso Yayınları, Ankara, 1986.
ROSTAND Jeand, İnsan ve Bilim, Anten Yayınevi, İstanbul, 1967.
RUSSEL Bertrand, Felsefe Meseleleri, (Çev: Abdülhak ADNAN-ADIVAR), Remzi Kitabevi,
İst., 1963.
SAVAŞ Vural, "Politik İktisat", Beta Yayınlan, 2. Baskı, İstanbul, 1994.
SAVAŞ Vural, Keynesyen İktisat Yıkılırken, Fatih Yayınevi, istanbul, 1984.
SCHUMACHER E.F., Aklı Karışıklar İçin Kılavuz, İz Yay., ist., 1990.
SEYİTOĞLU Halil, "Ekonomik Terimler, Ansiklopedik Sözlük", Güzem Yayınları, Ankara,
1992.
TEKELİ Hasan, Bilgi Çağı, Simavi Yayınları, İst. 1994.
TİTİZ Tınaz M.,Sorun Nasıl Çözülmez?, Ankara, 1990.
TORAK Metin, Yeni iktisat, iz Yay. İst. 1997.
TÜMER Sumru, Neden Stratejik Yönetim, Verimlilik Dergisi, S: 1, 1993.
ÜLKEN Hilmi Ziya, Felsefeye Giriş, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları,
Ankara,1957.
WEİSSKOPF Walter A., "Yabancılaşma ve İktisat", Anahtar Kitaplar Yayınevi, (Çev: Çağatay
Koç), İstanbul, 1996.
WEİSSKOPF Wolter A., Yabancılaşma ve İktisat, Anahtar Kitaplar Yayınevi, İst. 1996.
YAY Turan, Hayekte İktisadi Düşünce, Ezgi Kitabevi, Bursa, 1993.
YILDIRIM Cemal, Bilim Felsefesi, Remzi Kitabevi, istanbul, 1979.
YILDIRIM Cemal, Bilim Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1983.
İÇİNDEKİLER
I. BİLİM......................................................................................................................................... 1
1.1. Bilim Nedir?...................................................................................................................... 1
1.1.1. Bilimin Temel Özellikleri..................................................................................................... 2
1.1.2. Bilimsel Düşünce Tarzı........................................................................................................ 4
1.1.3. Tarihsel Süreç İçerisinde Bilimsel Düşünce Tarzı.............................................................. 5
1.1.4. Kritik Düşünce Tarzı............................................................................................................ 9
1.2. Bilim Ve Teknoloji..................................................................................................... 12
1.2.1. Teknolojik Gelişme Ve Bilimsel Bilginin Teknolojik Gelişmeye Aktarılışı.................... 12
1.2.2.Araştırma-Geliştirme (Ar-Ge)............................................................................................ 14
1.3. Bilim Ve Sanat............................................................................................................... 16
1.4. Bilim Ve İrfan................................................................................................................ 17
II. FELSEFE................................................................................................................................. 19
2.1. Kelime Kökeni, Tanımı ve Konusu...................................................................... 19
2.2. Felsefi Bilgi ve Özellikleri.................................................................................. 23
2.3. Felsefenin Diğer Bilgi Türleri İle İlişkisi.................................................. 24
2.3.1. Bilim-Felsefe....................................................................................................................... 24
2.3.2. Din-Felsefe......................................................................................................................... 26
2.3.3. Sanat-Felsefe...................................................................................................................... 27
2.3.4. Politika-Felsefe................................................................................................................... 27
2.4. Neden Felsefe ?............................................................................................................. 28
III. BİLGİ TEORİSİ.................................................................................................................... 30
3.1. Bilginin İmkanı............................................................................................................ 30
3.2. Bilginin Kaynağı.......................................................................................................... 30
3.2.1. Deneycilik (Ampirizm )....................................................................................................... 31
3.2.2. Akılcılık(Rasyonalizm)....................................................................................................... 31
3.2.3. Eleştiri Felsefesi................................................................................................................. 32
3.2.4. Sezgicilik............................................................................................................................. 32
3.3. Bilginin Ölçütü veya Standartları................................................................ 32
3.3.1. Doğruluk -Gerçeklik.......................................................................................................... 33
3.3.2. Doğruluk - Anlamlılık......................................................................................................... 33
3.4. Bilginin Alanı, Kapsamı, Sınırları.................................................................... 34
IV. BİLİM FELSEFESİ.............................................................................................................. 34
4.1. Bilim Ve Bilim Felsefesi Nedir?........................................................................... 34
4.2. Bilimin Özellikleri................................................................................................... 35
4.3. Bilim Türleri................................................................................................................. 35
4.4. Bilim Anlayışları....................................................................................................... 36
4.4.1. Pozitivist Bilim Felsefesi.................................................................................................... 36
4.4.2. Realist Bilim Felsefesi...................................................................................................... 36
4.4.3. Konvensiyonalist Bilim Felsefesi...................................................................................... 37
V. BİLİM VE DİN....................................................................................................................... 38
5.1. Bilim Din İlişkisinin Tarihsel Görüntüsü.................................................... 38
5.1.1. İslamiyette Din- Bilim İlişkisi............................................................................................ 39
5.1.2. Hristiyanlıkta Din bilim İlişkisi.......................................................................................... 40
5.2. Bilim ve pozitivizm..................................................................................................... 40
5.3. Yeni Bilim Felsefesi Anlayışı................................................................................ 41
5.4. Postmodern Anlamda Bilim-Din İlişkisi....................................................... 41
5.5. Batı’da Bilim-Felsefe ve Din Arasındaki İlişkiler.................................. 42
VI. BİLİMSEL ARAŞTIRMA METODOLOJİSİ.................................................................... 44
VII. İKTİSAT FELSEFESİ.......................................................................................................... 48
7.1. İktisadi Liberalizm Felsefesi.............................................................................. 48
7.2.1. İktisadi Liberalizm Felsefesinin Kaynağı: (Tabii Kanun Felsefesinden İktisadi Liberalizme) 49
7.2.2. Liberal İktisadi Görüşün Yöntemi..................................................................................... 49
7.2. Modern İktisadi Düşüncenin Temelleri...................................................... 53
7.3. Klasik İktisat................................................................................................................ 56
VIII. İKTİSAT TEORİSİ............................................................................................................ 60
8.1. Felsefe Sistemi Veya Dünya Görüşü Ve İktisat Teorisi......................... 62
8.2. Neo-Klasik Ekol........................................................................................................... 65
IX. İKTİSAT POLİTİKASI......................................................................................................... 65
9.1. Bilimsel Tercih Ve İdeolojik Tercih............................................................... 66
X. OPERASYONEL İKTİSAT.................................................................................................... 69
XI. POSTMODERNİZM............................................................................................................ 71
XII. BİLGİ TOPLUMU............................................................................................................... 75
1. BİLGİ TOPLUMUNUN TEMEL ÖZELLİKLERİ............................................................... 75
2. BİLGİ TOPLUMUNDA SOSYO-EKONOMİK GELİŞME................................................. 76
2.1. Bilgi Alt Yapısı.............................................................................................................. 76
2.2. Bilgi Aktarımı............................................................................................................... 76
2.3. Farklı Sektörlerde Bilgi Kullanımı............................................................. 76
2.4. Mekansal Yapı............................................................................................................... 76
3. BİLGİ TOPLUMUNDA SOSYO-EKONOMİK GELİŞMENIN ÇEVRESEL UNSURLARI 77
3.1. Sosyal Sistem................................................................................................................. 77
3.2. Politik Sistem................................................................................................................ 77
3.3. Kültürel Sistem.......................................................................................................... 77
4. BİLGİ TOPLUMUNDA EKONOMİK SİSTEM.................................................................. 78
KAYNAKÇA................................................................................................................................ 80
* Ona göre bilgi kuvvettir. İnsanların hayatını düzene sokmak ve zenginleştirmek temel hedeftir. Bunun için tabiatın yakından tanınması ve hakim olunması gerekir. İlimlerin gelişmesiyle teknik ve teknoloji insanları medenileştirecektir.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder